30 Ara 2013

BU İŞİ "SAVAŞ" TEMİZLER


         Hazır Onur Askerde İken…  

            17 Aralık yolsuzluk operasyonuyla beraber hükümet ve Gülen Cemaati yandaşlarının salvoları sürüyor.
            Ülkemizde, dünya da eşi benzeri olmayan bir yolsuzluk ve rüşvet tartışması cereyan ediyor. Hırsızdan ve hırsızlıktan hiç bahsedilmeden sürdürülen bir tartışma bu… Her kafadan bir ses çıkıyor. Fakat çalınan çırpılan paradan hiç söz edilmiyor. Ivıdık, zıvıdık mevzularla iş sulandırılıyor. Yok, beddua etti, etmedi; paralel devlet mi, eşkenar devlet mi yoksa kutu kutu pense mi gibi konular… Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının gargaraya getirilmeye çalışıldığı kanısı giderek güçleniyor.
            Bunlar, mesela Maviş Eşme’nin acısını şuncacık azaltmıyor bile…
            ****
            Maviş Eşme kim mi?

            Yirmi bir yaşında… Yoksul… Genç bir kadın,  Maviş Eşme… Hikâyesini hiç duymadığımız milyonlardan biri… Konya’nın Ereğli İlçesin de soğuktan ölen Ayaz bebeğin annesi… Gazetelerin yazdığından biliyoruz…        
            Eşi Çanakkale’de asker olan genç anne, iki çocuğu ile birlikte camları kırık olduğu için naylon çekilmiş, tek odalı kerpiç bir evde kalıyormuş.  Çevreden topladığı odunlarla evini ısıtmaya çalışan Maviş hanım, gece saat 03.30 sıralarında bebeği Ayaz’ı emzirmek için uyandığında henüz kırkını doldurmamış oğlunu soluksuz buluyor.
            ****
            Genç annenin ölüm çığlığı attığı günden birkaç gün sonra…
            Konya da Selçuklu İlçesi Şems Tebriz-i Mahallesi Kadı İzzettin Camisi’nde cuma namazında müslüman müslümana beddua etmemeli, dua etmeli” diye hutbe veren imamla cemaat birbirine giriyor. İmam, tepki gösterenleri Fetullahçı diye suçlayıp, sıvıyor…
            ****  
            Ayaz bebek öldükten iki gün sonra…
            Ülke televizyonları 17 Aralık münazaraları için sahaya sürülen aslan parçalarını izlemeye devam ediyor. Konuşmacılar çok şık ve fakat cansiperane, acımasızca vuruşuyorlar. “Çete, cunta, hain, faiz lobisinin adamları, beraber yürüdük biz bu yollarda, savcı, başsavcı” gibi kelimeler çok sık tekrarlanıyor. “Profesör” unvanı taşıyanları en ateşlileri… Mesela adam, “Türkiye’de milli gelir 15 bin doları buldu; yolsuzluk olsa bu olabilir mi?” diyor ve ekliyor: “paralel devlet, hesap verecek elbet!
             ****
            Aşağı yukarı paralel saatlerde…
            Otopside, soğuktan zatürre olup öldüğü kaydedilen Ayaz bebeğin askerdeki babası Onur’a cenazeye katılması için izin veriliyor.
            ****
            Askerden gelen babanın ölüm izni sürerken…
            Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce diyor ki: “Bu kavga bitmeli, yoksa hepimiz altında kalırız
 
 
              He-pi-miz ? Kim ki, he-pi-miz? Maviş hanım mı, asker kocası Onur kardeş mi yoksa Tofaş’ta çalışan işçi Mehmet mi he-pi-miz? Değil, tabi…
                 Diyor ki Gülerce, güzelce:
            ”Ailelere ateş düştü. Baba, oğul ve eşler arasında farklılıklar meydana gelmeye başladı. Kimi yapılanları tasvip ediyor, kimi 'Başbakanımı götürmeye çalışıyorlar' diyor. Ben bunun derinleştiğini gördüğüm için bu tepkiyi verdim. Bu, seyredilecek ayrışma değil. Hepimiz aynı gemideyiz. Gemi batarsa, bundan Türkiye zarar görecek. 'Cemaat mi, Hükümet mi haklı?' boyutunu aştım. Burada fedakârlık gerekiyor. Sayın Başbakanın bir çağrı yapması ve 'Ben 75 milyonun Başbakanıyım. Şimdiye kadar olan oldu; ama bu iş tehlikeli yere doğru tırmanıyor' demesi lazım" diyor.       

            Gülerce’nin beyanındaki anahtar kelimeler şöyle: Götürmek, seyredilecek, gemi, cemaat, hükümet, fedakârlık, olan oldu     
            ****
            Ortada sanki cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluğu olduğu söylenen şey değil de, başka bir şey var. Başka bir şey var… Başka bir şey… Başka…

            Aslında bizden duymuş olmayın ama hepinizi altta kalmaktan, geminizi de batmaktan kurtaracak bir yol var: “Suriye ile savaş! Vallahi billahi ilaç gibi gelir, hacı abi… Milli birlik ve beraberlik gibisi var mı? Hem hazır Ayaz bebeğin babası Onur da askerde iken, değil mi ya, mis… mis…” ?


                             BURSA’DA MEYDAN 31 Aralık 2013 Salı

                       

 

24 Ara 2013

YOLSUZLUĞUN KOLAJI



   
         KOLAJ

         Kolaj, boya ile beraber bazen fotoğraf, gazete kâğıdı veya buna benzer nesnelerin yapıştırılarak kullanıldığı bir resim tekniğidir.
         Türkiye’nin yolsuzluk sarmalıyla ilgili hemen akla geliveren malzemelerden bir kolaj yapılsa, acaba ortaya nasıl bir tablo çıkardı?
         ****
         Fox ana haber müdürü Ercan Gün, yolsuzluk ve rüşvet sarmalında dönen paranın 100 milyar Euro’yu bulduğunu söylüyor.(*) Kara para trafiği soruşturması kapsamında en az 87 milyar Euro’nun rüşvet çarkı içinde aklandığı sanılıyor. (**)
         “17 Aralık Operasyonu” ile başlayan yolsuzluk ve rüşvete konu paralar aklın alacağı cinsten değil… Operasyonlarda ilk anda toplam 17,5 milyon TL’lik rüşvet parası ele geçiriliyor.(**)
         Cumhuriyet tarihinin bu en büyük yolsuzluğuna bakanların, bakan çocuklarının, devlet bankası yöneticilerinin yanı sıra, kim bilir kimlerin karışmış olması mümkün görünüyor. Böyle bir para trafiği değil Türkiye’dekilerin, dünyadaki bütün “saygın” hırsızların ilgisini çekmiş olmalı.

         Hani “minareyi çalan kılıfını hazırlar” diye biten Nasreddin Hoca fıkrası var ya, onu hiç anlatmaya kalkmayın, uygun üşmez.  
         Ama adam, yine de fıkra anlatıyor işte: Halk bank Genel Müdürü Süleyman Aslan, “Evimde ayakkabı kutularında bulunan 4.5 milyon dolar yardımsever insanlardan toplanan paralardı. Makedonya’ya Balkan Üniversitesi ve Osmancık’ da İmam Hatip Lisesi’nin yapımı için oralara gönderecektim” diyor.
            Ya arkadaş, nedir bu bağış’lardan çektikleri?
         Almanya da yüzyılın yolsuzluğu sayılıp, mahkûm edilen Deniz Feneri’nin bağışlarından çektiler. Şimdi de işi gücü bırakıp, imam hatiplere bağışla uğraşan kamu bankası müdüründen çekiyorlar.
         ****
           Kolaja eklenecek bir de kayıp triyon davası vardı, sahi…
         Hatırlayalım: Refah Partisinin 1998 senesinde kapatılmasından sonra aldığı 1 trilyonluk hazine yardımını devlete iade etmemesi üzerine açılan davadır. Davada müfettişlerin yaptığı incelemeler söz konusu paranın sahte belgelerle harcanmış gibi gösterildiği anlaşılmıştı. Dava sonucu Refah Partisi başkanı Necmettin Erbakan 2 yıl 4 ay hapse mahkûm olmuştu. Yine partinin 68 yöneticisi 1 yıl ile 1 yıl 2 ay arası hapis cezası almıştı.
         Merhum Erbakan’ın mahkûm olduğu “kayıp trilyon” davası bunun yanında simit parası değil; öyle görünüyor.
         ****
         Ya işte, konu konuyu açıyor: Son günlerde canı sıkılanlardan biri de Türkiye Wushu Federasyonu Başkanı Abdurrahman Akyüz… Kamuoyu onu Necmettin Erbakan'ın ayağını yıkayan eski koruması olarak hatırlar.
         Eski koruma, yeni federasyon başkanı Abdurrahman bey, sporcu kızı Elif Akyüz’ü rüşvetle dünya şampiyonu yapmakla suçlanıyor. Ne olacak bu da bir şey mi demeyin, devletin ödül yönetmeliğinden 500 cumhuriyet altını ve üniversiteye kontenjandan girme hakkı var. Artı prestij… Birlikte çalıştığı arkadaşı Ersin Metin Yavuz'un 03.12.2013 tarihinde Gençlik ve Spor Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığına verdiği şikâyet dilekçesine göre, başkan Akyüz hakem ve yöneticilere 7 adet rolex saat ve 14 bin dolar vererek “işi” bağlamış.( ***)
         ****
          Ortaya çıkan kolaj bu!
         Bu resme bakınca o, aşağılanan tinerciler bile melek kadar masum görünüyor, insan olanın gözüne…  

(***) Hürriyet gazetesi 18.12 2013


BURSA'DA MEYDAN gazetesi 25 Aralık 2013
      
 



           
         
            

17 Ara 2013

RABİA, KİRLİ SİYASETE YAKIŞMAZ


      Dördüncüye, Adam Lazım

         Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz, derler.
         Artık tembellikten mi nedendir, bilinmez; çoğu zaman bize ne sunulursa onunla yetiniriz. Onu doğru sayar, onu beğeniriz. Hele bu kaynak güven duyduğumuz bir mihraksa, gözü kapalı kabulleniveririz.   
         Oysa emin olun bilgi sahibi olmak, fikir sahibi olmaya dört değil, beş çeker.
         Hadi dört, beş demişken bilgi sahibi olmak bağlamında şu, dört parmakla yapılan “Rabia” hareketinin kökenine bir bakalım.
                 ****

         Mısır'da muhalif Muhammed Mursi taraftarlarının kullandığı “dört parmak işareti” ne anlama geliyor acaba?
         Mısır ordusunun Hüsnü Mübarek yönetimini devirmesiyle iktidara gelen, ancak daha sonra aynı ordunun darbesiyle iktidardan uzaklaştırılan Muhammed Mursi taraftarları neden, dördüncüye yani Rabia’ya sarıldılar dört elle?
                  ****
         8. yüzyıl da yaşadığı varsayılan Rabia, Basralı yoksul bir ailenin kızıydı. Ailenin dördüncü kızı olarak dünyaya geldiği için, dördüncü manasına gelen “Rabia” adı verilmiş.     Bir zaman sonra anne ve babasını kaybeden Rabia, köle olarak satılmış. Fakat köleliğe baş eğmemiş ve nihayet azat edilmiştir.   İlk sufilerden sayılan Rabia'nın ilahi aşk öğretisi Ortadoğu ve Anadolu sufilerini etkilemiştir.  Sufizm, İslam inanışına göre, kişiliği kötü huylardan temizleyip, ruhu pak edip, olgunluk ve kemale erme yoludur. Onu anlatan en etkili menkıbe şudur:
 
         Rabia’nın bir gün bir elinde ateş, diğer elinde su taşıyarak koşa koşa gittiğini görenler: “nereye gidiyorsun?” diye sorduklarında : “Gökyüzüne gidiyorum, ateşi cennete atacağım, suyu da cehenneme dökeceğim. Ta ki, her ikisi de ortadan kalksın da asıl maksat belli olsun. Böylece kullar Allah Teâlâ’ ya ümitsiz ve korkusuz baksınlar. Herhangi bir menfaat ummadan, bir cezadan korkmadan ona ibadet etsinler” diye cevap verir. Yukarıdaki ifadeyle bağlantılı olarak bir sözünde de şöyle der: ”ilahi cehennemden korkarak sana ibadet ettimse, beni cehennemde yak. Cennet arzusu ile ibadet ettimse cennetini bana haram kıl! Yalnız sana ve yalnız senin için ibadet ettimse beni cemalini görmekten mahrum etme.” (*)
 
İmdi uluorta Rabia hareketi çekmeye kalkan Allahın kulları! Eliniz kolunuz malla mülkle bağlıysa, ağzınızdan bir tek insanı incitecek laf döküldüyse, şayet işiniz gücünüz dünya iktidarıysa o dört parmağınızı yan yana getirmeyi denemeyin bile… Vallahi bak… Denemeyin…

         (*) İlyas Aydoğan / Kudüs-ü Şerif’in Dünü ve Bugünü, Yeni Asya Gazetecilik Matbaacılık, İstanbul 2013, sayfa
107-108

BURSA'DA MEYDAN Gazetesi 18 Aralık 2013 Çarşamba

11 Ara 2013

VETERAN KİM / MASTER NE


         MURAT KAÇAR / BİZ BAKARIZ
            Murat Kaçar’ı yakından tanıyan Bursalılar, onun başarılı bir çocuk hastalıkları uzmanı olduğunu da ekleyecektir. Ama o, son yıllarda daha çok “veteran atlet” kimliğiyle kamuoyu gündemindedir.
            Dr. Kaçar, ulusal ve uluslararası atletizm yarışmalarının başarılı ismi olarak dikkat çekmiştir. Son olarak, 25 Ekim 2013’te Brezilya’nın Porto Alegre kentinde düzenlenen 20. Dünya Masterlar Atletizm Şampiyonası’nda 65 yaş kategorisinde 100 metre engelli koşuda, dünya ikincisi olma başarısını gösterdi.
            Bunlar “basit işler” değildir.
            Anlayana, tabi…
           
 

            Akıllı toplumlar bu türden sporcularını örnek insan sayıp baş tacı ederek, yüceltir.
            Çünkü onlar spor kültürünün köşe taşlarıdır.
           Çünkü onların çabaları yurttaşların spora özenmesinde, sağlıklı yaşam alışkanlıkları kazanmasında özendirici, yönlendiricidir.
           Çünkü onların başarıları, toplumun moral değerlerini besleyerek birlik ve beraberliği güçlendirir.  

            Bunlar, parayla pulla ölçülemeyecek değerdedir.
            Ama tabi, anlayana…
            **** 

            Bizim gibi olimpiyat düzenlemeye aday olduğunu açıklayan bir ülkenin (alelacele kotarılmış) olimpik tesislerinin varlığı tek başına yeterli sayılmaz. Sporcu sayısına, futbol dışındaki spor branşlarının niteliğine ve spor kültürüne de bakılır. 
            Dil, kültürün önemli bir parçasıdır.
            Değil mi?
            Genel anlamda bir kavramın o toplumda kabullenildiğini gösteren şeylerin başında o dildeki konumu gelir.
            Yukarıda sözünü ettiğimiz başarı öyküsüne dönelim: “Veteran atlet Murat Kaçar” dedik, “master” dedik…
            Veteran ne, master kim?
            Bunlar bizim için ne ifade ediyor?
            Açalım bakalım, dilimizi emanet ettiğimiz devlet kurumu, Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde veteran ve masterın anlamını bulabilecek miyiz?  
            Yok…
            Yok…
            Vallahi yok…
            Türkçeye sirayetine izin vermediğimiz bir kavramın kültürü nasıl gelişebilir ki? Sporu, futbol seyirciliği sanan bir toplum veteran atletlerin yarıştığı master yarışlarını mertek sanmayıp ta ne yapsın?
            Velhasıl, böyle: “Murat Kaçar / Biz Bakarız”.
            Mevsimi geldiğinde de “olimpiyatı bize vermez bunlar, alayı Yahudi bunların” teranesiyle süzülür; üzülür,  dururuz.

 

BURSA DA MEYDAN Gazetesi / 11 Aralık 2013 Salı

5 Ara 2013

3 ARALIK UYGARLAŞMA GÜNÜ


3 Aralık, Uygarlaşma Günüdür Aslında


Zayıf, güçsüz ve sakat hayvanların doğada yaşama şansı yoktur.
Hayvanlar, engelli türleri aralarında barındırmazlar. Onları koruyup kollamazlar, tersine yok ederler.
Hayvanlar dünyasında yaşam, güçlülerin hakkıdır.
Zooloji ve insanbilim alanındaki çalışmalarıyla tanınan Desmond Morris’e göre (*) büyük beyinli memeliler ailesinin bir üyesi olan insanın davranış kodları bütünüyle hayvansal kökenine dayanmaktadır.  
Biraz düşününce pek de haksız sayılamayacağı görülür: İnsanın başı ne zaman sıkışsa, ne zaman denetimini azıcık kaybetse bu hayvansal içgüdülerini sergiler. Çıkarları söz konusu olduğunda yırtıcı bir hayvana dönüşüverir.
 
Doğru değil mi?
20. Yüzyılda savaşlar yüzünden ya da savaşlarla ilintili olarak meydana gelen insan ölümlerinin toplam sayısı 187 milyonu bulmuştur. (**) En az bir o kadar insan da örselenip, sakatlanmıştır. Günümüzde bölgesel savaşlar, dünya savaşlarını aratmayacak bir yıkımla aynı vahşeti sürdürmektedir.
*****
Evet, diğer canlılarla benzer içgüdülerimiz vardır. Ancak insanı insan yapan değerler de vardır.   

İnsanları hayvanlar âleminden ayıran en temel özellik ne konuşabilmesi, ne zekâsı, ne iki ayak üzerinde olması, ne teknolojisi, ne şu ne de budur: İnsanları uygar kılan, hayvanlar dünyasından ayıran şey, engelli bireylerine yaklaşımıdır.
Hayvanlar âleminde engelli, sakat türdeşler yok olmaya mahkûm iken, uygar insan toplumlarında engelliler var edilirler.
*****
Birleşmiş Milletler (BM) 1992 yılında aldığı bir kararla, 3 Aralık gününü “Uluslararası Engelliler Günü” olarak ilan etti.
BM İnsan Hakları Komisyonu 5 Mart 1993 tarihli ve 1993/29 sayılı bildirisi ile üye ülkelerce bu günü “engellilerin topluma kazandırılması ve insan haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanması” istenmiştir.
*****
            Türkiye’de 8,5 milyon engelli insanımız vardır.
            Bu yıl engelliler gününde yine benzer manzaralar izleyeceğiz. Nutuklar atılıp etkinliklerde bulunulacak. Evlerinden çıkamayan milyonlarca engelli belki bugünün farkında bile olmayacaktır.  
            Ülkemizde engelsiz yurttaşların yüz yüze olduğu sorunlar, engelliler için misliyle artmaktadır. Yardım, söz konusu olduğunda vatandaşlarına sadakayı uygun gören anlayış engelli yurttaşa farklı yaklaşmamaktadır. Kendini üstte gören bir acıma duygusuyla onlara sanki dünyayı bahşediyormuş havasında “bir iyilik” lütfetmeyi uygun görürler.        
            Oysa engellilerin bu ülkenin eşit bireyleri olarak yaşama hakları vardır.
Gerçek anlamda uygarlaşma serüveninin hangi aşamasında olduğumuzu, hayvansal köklerimizden ne kadar bağımsızlaşabildiğimizi engelli yurttaşlarımıza yaklaşım biçimimizle gösterebiliriz.

Bu anlamda 3 Aralık uygarlaşma günüdür, aslında…

 
(*) Desmond Morris / Çıplak Maymun
(**) Erıc Hobsbawm / Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm
 

03 Aralık 2013 Salı / Bursa'da Meydan gazetesi