29 Oca 2014

HAİN YAFTASI ASMAK

                          Hainlik, Ciddiyet İster

 
           Bursalı TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz, 17 Aralık sonrası ülkenin içinde bulunduğu keşmekeşe dikkat çekmek istedi; “Böyle giderse yabancı sermaye ülkemize gelmez” dedi.

          Tam lafını bitirmişti ki, başbakan Erdoğan “hain” yaftasını boynuna geçiriverdi:   “…Kalkıp da TÜSİAD Başkanı, böyle bir ülkeye küresel sermaye gelmez; diyemez. Diyorsa bu vatana ihanettir. Biz bu makamlara TÜSİAD ile gelmedik, TÜSİAD’ a rağmen geldik…” 
          Hadi bakalım!
                                                                  

          Hadi diyelim, vatana ihanetle suçlanan kişi işçi, köylü ya da aşağı reayadan biri olsa, askeri darbelerden, hak arama mücadelelerinden hain ilan edilmeye alışıktır.
          Da, bu adam Türkiye’nin en kaymak tabaka sanayicilerinin temsilcisi! Cuntanın, imlediği dik başlı yoksul “hainlerin” tersine, “yabancı sermaye gelmezse ne yaparız” diye kaygılanan zengin biridir.

          Bu insana yapılır mı şimdi bu?

          Evet, hep yapıldığı gibi baş kaldıran bir yurttaşa, hele bir de solcu ise uluorta hain demek makuldür. Ama herkes o nitelemenin gerçek “hainlikle” ilişkili olmadığını bilir. Bu sıfat sindirmek, ötekileştirmek, itibarsızlaştırmak ve en ağır cezayı vermenin zeminini hazırlamak için kullanılır. Başbakan Adnan Menderes’in şürekâsı şair Nazım Hikmet’i hain ilan etmişti ve büyük ozan o ünlü şiirini yazmıştı: …Vatan çiftliklerinizse / kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan/… kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan…/ben vatan hainiyim.”

          Çiftlikler, kasalar, çek defterleri ile vatanseverlik birbirine karıştığında bu soygun ve yolsuzluklara karşı olanların vatan hainliği kaçınılmaz oluyor, tabiatıyla.
                                                                    

            Şimdilerde yeniden parlatılmaya çalışılan Osmanlıcılık ideolojisine atfen o döneme ait dört dörtlük, kaşı gözü yerinde bir “vatan satışı” belgesini okurların dikkatine sunalım. Osmanlı İmparatorluğu (1914) Arap coğrafyasındaki topraklarını korumaya çalıştığı yıllarda, İngiliz General Robertson tarafından ünlü casus Lawrence’e çekilmiş bir telgraf dikkat çekicidir: “…yüzbaşı Lawrence Basra körfezindeki vaziyeti halletmek için Mezopotamya’daki Türk liderlerden Halil paşayı veya Necip’i satın almaya bak ki ancak bu şekilde Townsheend ve askerleri serbest kalabilir. Bu vazife için sana rüşveti 1 milyon sterline kadar yükseltme hakkı tanınmıştır.” (*)

            Bu örnekte de görülebileceği gibi hain olmak öyle kolay değildir. Ciddi işlerdir bunlar… Satın alanın muhatabı olabilecek kadar malik olmayı, onunla benzer frekansta bulunmayı gerektirir. Öyle önüne gelene vatan haini yaftası yapıştırmakla bu iş hakikaten yani ciddiyetini kaybeder…
                       
              (*)Teşkilat-ı Mahsusa Ergün Hiçyılmaz / Kamer Yayınları 3. Baskı, Sayfa 143-144
 
                                   BURSA DA MEYDAN / 31 Ocak 2014

22 Oca 2014

UĞUR MUMCU


                              O Kutlu İnsanlar

            “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz” sözünün sahibiydi.
            Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993’te Ankara Gaziosmanpaşa’da arabasına konulan bomba ile öldürüldü. Ardan geçen onca yıla rağmen bu değerli gazeteciye yapılan suikastın arkasındakiler bulunamadı. Patlamaya neden olan C4 adlı maddenin o dönemde hiçbir terör örgütünün elinde olmadığı açıklanmıştı. Geriye devletlerin gizli örgütleri kalıyordu.
            Bursa Gazeteciler Cemiyeti (BGC) 21 Ocak Salı günü Ataevlerdeki Uğur Mumcu Kültür Merkezi’nde bir anma toplantısı düzenledi.
            1909’da ilk basın şehidi Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’den başlayarak günümüze kadar katledilen gazetecilerin yad edildiği bir sinevizyon gösterisi izlendi. Ardından yöneticiliğini BGC başkanı Nuri Kolaylı’nın yaptığı toplantıya Uğur Mumcu’nun kardeşi avukat Ceyhun Mumcu ve gazeteci Ali Sirmen katıldı. CHP ve İşçi Partili yöneticilerin yanı sıra TGB üyelerinin de yer aldığı toplantıda; Ergenekon, balyoz davalarındaki hukuksuzluklar ile 17 Aralık depreminin artçı gelişmeleri seslendirildi.
            Ceyhun Mumcu’nun İşçi Partisi genel başkan yardımcısı olması hasebiyle gündemi kendi partisinin bakış açısıyla değerlendirmesi salondaki bazı CHP’lileri rahatsız etti. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ABD büyükelçisi ve cemaatle görüşmelerini uygunsuz bulduğunu söylemesi, bir CHP’linin sinkaflı tepkilerine neden oldu. Böyle bir günde, basın şehitlerinin anıldığı bir gecede yaşanan bu provakatif hareket, neredeyse geceye damgasını vuracaktı. Diğer CHP’lilerin kaş göz işaretiyle engellemeye çalıştığı bu kişinin pes perdeden sürdürdüğü ısrarlı küfürler çevredekilerin tepkisine neden oldu.
            Arkalardan gelen bir ses şöyle diyordu. “İşte durum bu kardeşim, adamlar milyarlarca lirayı paşa paşa üleşiyor; biz bir düşüncenin paylaşılmasına bile tahammül edemiyoruz. Bu küfürbaz adam bir de emekli öğretmen düşün artık…”
 
         
Mumcu'nun bombayla paramparça edilen aracı
 
            12 Eylül faşist cuntası ile başlayan ve günümüze kadar uzanan resmi devlet ideolojisi “kıçtan motorlu liberalizm” oldu. Ülkenin kendi dinamikleriyle değil de, arkaya monte edilen ecnebi işi bir motorla bugünlere yol verildiği için bu ideoloji tam da kıçtan motorlu bir tekneye benzer! Uğur Mumcu’nun “liboşlar” dediği politik güruh ise bu ideolojiyi toplumun her alanına yaymakla görevli misyonerlerdir.
            Bu ideoloji, “dört eğilimi” bünyesinde barındırmakla karakterizedir. Ana yapı, dincilikle iştigal ederken yancı unsurlar; milliyetçi-mukaddesatçılar, liboşlar ve sazan sosyal demokratlardan oluşur. Ana fikri, “götürmek” fiiliyle müntehadır.
            Diğer karaktersiz özellikleri şöyle sıralanabilir: Askeri cuntadan el almıştır ama özgürlükçüdür. Devletin bütün olanaklarını kullanır ama piyasacıdır. Ne prim yaparsa onu kullanmaktan çekinmeyecek kadar yüzsüz ve günah tanımazdır. Sadaka kültürü ve mağduriyet edebiyatıyla sosyal demokratlığı, kabadayılığıyla milliyetçiliği, liboşluğuyla entelektüelliği ve dinciliğiyle kutsal değerleri günlük çıkarları için kullanmaktan zerrece utanmadan tepe tepe kullanır; üzerine de sindirsin diye Amerikan kolayı çeker. Ve fırsatını bulduğu her anda kelimenin tam anlamıyla, götürür.
            Bugünü anlamak için…21 ölüm yıldönümünde Uğur Mumcu’nun “Tarikat-Siyaset-Ticaret” kitabını yeniden okumanızı öneririz.        
            Canları pahasına hayatı anlamamızı, gerçekleri bilmemizi sağlayan o kutlu insanlara; Uğur Mumcu’ya ve tüm basın şehitlerimize, rahmetler olsun…

 

BURSA’DA MEYDAN / 24 Ocak 2014

14 Oca 2014

SERÇELERİN BEDDUASI

       Serçelerin Bedduası

            Bursa kalesi 3,380 m. uzunluğunda, on dört burçlu ve beş kapısı olan bir yapıdır. Belediye tarafından başlatılan yenileme çalışmaları ile kalenin ortaya çıkarılması, göz önüne serilmesi kuşkusuz iyi bir şeydir. Ancak tarih kadar çevrenin de, floranın da, faunanın da önemli olduğu unutulmuştur.
            Bu yazı, surları tamir edeceğim diye, serçelerin evlerinin başlarına yıkılmaması gerekliliği üzerinedir. Evet, serçelerin!
        Tahtakale’den Hisara doğru çıkarken başınızı kaldırıp surlara bakarsanız kışın güneşli günlerine aldanan serçelerin kale taşlarının arasında yuva olacak bir delik arama telaşına şahit olabilirsiniz. Oradan oraya uçuşup dururlar. Ama müteahhit, kale gibi bir iş çıkarmış; eksik gedik bırakmamıştır. Serçelerin sığınabileceği, başlarını sokabilecekleri bir yuvaları artık yoktur.
            Serçeler göçmen kuşlardan değildir. 25 yılı bulan yaşamlarını aynı muhitte geçirirler. Bu bağlamda Bursa kalesinin en eski sakinleri serçelerdir, diyebiliriz. Kalenin ilk olarak M.Ö 180-200 yılında Bitinyalılar tarafından yapıldığı hatırlanır ise, serçelerin bin-iki bin yıldır bu surlarda oldukları anlaşılabilir.
            Bithinyalılar, Romalılar, Bizanslılar ve Osmanlılar birbirini izleyen dönemlerde aynı muhitte, kale içi diye bilinen bu alanda hüküm sürerken de serçeler hep buradaydı.   Osmangazi Bursa’yı on bir yıldır kuşatmışken ve hala alamamışken, “öldüğümde beni oradaki gümüşlü kümbete gömün” diye işaret ettiği Saint Elia manastırı bile henüz inşa edilmemişken serçeler kaledeki oyuklarda barınıyordu.
            Oğul Orhangazi 1326da şehri fethettiğinde ve Osmangazi’nin büyük oğlu Alaadin Bey daha Osmanlının Bursa’daki ilk camisi olacak yapının temelini attırmamışken, öte de kiliseye benzer mimarisiyle Şahadet Camii daha tasarlanmamıştı bile; ama serçeler orada kalenin bedenindeydi.
             Bugün Hisarda çocuk kütüphanesi olan eskinin Lala Şahin Paşa Medresesi 1339 da inşa edilirken amelelerin tayınlarından dökülen kırıntılara serçeler konup kalkmıştı. Taş oyma ustası Nakkaş Ali’nin, Hisar’a kendi adıyla bir mescit nasip edilmesini niyaz ettiği o duayı ilkin serçeler duymuştur.
            Hıristiyan tebaanın vergisini toplayan maliyeci Cizyedaroğulları görevlerinin başında mutlu mesut iken; Haraççıoğlu Medresesi’nin varlığı havada ses olarak bile yok iken; Muhiyyiddin Efendi daha Üftade değil de hala Ulu caminin ücretli imamı iken ve saat kulesini yaptıran II. Abdülhamid meyve ağacında bir tomurcuk bile değil iken;  kalede serçeler vardı…   
            Yılda 3-5 defa kuluçkaya yatan serçelerin kargışa bağrışa kale duvarlarında eski yuvalarını armaları boşuna değildir. Yenilenen surlar boyunca çaresizce eski yuvalarını arayan serçelerin bedduası fenadır, söyleyelim; öyle öteki beddualara benzemez. Sonra bu başımıza gelenler nedendir, diye şaşırmayın! Bilin ki yuvaları yıkılan serçelerin bedduasıdır.    

 BURSA'DA MEYDAN  / 16 Ocak 2014

7 Oca 2014

17 ARALIK ŞEYİ


      Saatleri Ayarlama Enstitüsü 
 
            Yüzyılın yolsuzluk operasyonu mu, paralel darbe mi neyse, adını bir türlü koyamadığımız “17 Aralık Şeyi” koskoca memleketi absürt bir film stüdyosuna çeviriverdi.
            Filmin adı, saatleri ayarlama enstitüsü! Kara mizah temalı absürt filmde her türden karakter, marakter var. Fonda, beraber yürüdük biz bu yollarda, şarkısı duyuluyor ama enstrümantal yani… Mesela aşka gelen bir karakter “tekbiiiir” diye bağırıyor; öbürleri şaşkınlık içinde “hadi şimdi de saatleri ayarlayalım” diyor. Sağa sola koşuşturmalar oluyor… Sonra biri “hadi gene saatleri ayarlayalım” diyor ve saatleri ayarlıyorlar…
            Film bu minval üzerinde gidip gidip geliyor.
           Senaristin üzerinde çalışmak üzere not aldığı sahnelerden bazıları şöyle olabilir:
             ****
            Akhisar'da Milli Egemenlik Meydanı’na bakan evinin balkonundan, o sırada meydanda nutuk atmakta olan Başbakana ayakkabı kutusu gösterdiği gerekçesiyle Nurhan Gül isimli yurttaşın evi  polis tarafından anında basılır. Karakolda, “kutunun mana ve ehemmiyeti nedir?” diye sorulur. Bayan Gül, emekli maaşının az olması nedeniyle bu eylemi yaptığını belirtir ve: “Haydi, şimdi hep beraber saatlerimizi ileri demokrasiye göre ayarlayalım” der. Polisler falan hep beraber saatlerini ayarlar.
            ****
            Fenerbahçe- Kayserispor maçında stadyum “Her yer rüşvet, her yer yolsuzluk / hükümet istifa” sloganlarıyla inim inim inlemektedir. Yayıncı kuruluş her zamanki gibi sesi keser. Ekranda “hadi saatlerimizi ayarlayalım” alt yazısı geçerken, Fener golü çakar; skor: 5-1… An itibarıyla maçı yorumlayan “Şeytan Rıdvan” isimli karakter: “Abi, yapmayın bunu ya” diye kargılar. Gece olur ve sabah olur. Ertesi gün Fenerli yönetici Mahmut ve Şeytan lakaplı karakter, Dolmabahçe'deki Başbakanlık çalışma ofisinde başbakanla görüşmeye çağrılır. İki saate yakın süren görüşmenin detayı açıklanmaz. Çıkışta Şeytan, cilveli bir sesle kameraya döner ve “hep beraber saatlerimizi ayarlayalım mı?” der.
            ****
             Yılbaşı gecesi Edirne’de yeni yılı kutlanacak vatandaş kollayan Sağlık Bakanı Müezzinoğlu avenesiyle sokakları arşınlarken gözü balkondaki bir vatandaşa takılır. “Çayınız varsa geleyim” diye işmar eder. El cevap: “Evde çay yok istemez” Koskoca bakan nasıl üzülür; gece gözüne uyku girmez. Bakan danışmanı Tuna Bekleviç sabahında soluğu o evde alır. Bir süre ev sahibi ile baş başa görüşen danışman ardından gazetecileri bekletmeden eve davet eder. Ve 3 çocuk babası çiftçi karakterli Sayın Mümin Büyükköşdere gazetecilere anlamlı bir demeç verir: “Ben onun bakan olduğunu fark etmedim, bilsem öyle bir hata yapar mıyım? Koskoca bakanımızdan bir çayı mı esirgeyeceğiz... Ben balkondan baktığımda kalabalığı görünce kavga var zannettim.” der ve kameralara dönerek ekler “siz gitmeden saatleri ayarlayalı verelim gari  
            ****
            Sonra saatler tekrar tekrar ayarlanır.
            Tutuklu milletvekilleri hiçbir neden yokken aniden salıverilir.
            Saatler ayarlanır.
            Hükümet, mahkeme ve savcılık kararıyla yapılan telefon dinlemelerine sınır getirecek düzenleme için çalışma başlatır.
            Saatler ayarlanır.
            Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu Başbakan'la yapılan mini olduğu söylenen zirvede Ergenekon ve Balyoz tutukluluklarının nasıl özgür kalabileceklerinin reçetesini bedavaya verir yani…
            Ayarlanır saatler…

       Tesettürlü rallici Burcu karakteri kapanmasının kimseyi ilgilendirmediğini belirterek ”açılabilirim de kapanabilirim de” der… “Güzelliğim bana ve sevdiklerime kalsın” der mi der… Etrafımdaki sahtelikten çok bıktım, bir süreliğine ülkeyi terk edeceğim” der.
            Ulan kim koydu bu parçayı araya; ablacım, çık aradan be!

            O derece absürt yani…

                           (*) Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı romanı 1961’de yayınlanmıştı.
 
BURSA'DA MEYDAN 08 OCAK 2014 Çarşamba