24 Nis 2014

UCUBE DÜZEN


                               Ucube Meydan

                Altıparmak caddesinin sonunda eskiden SSK binası vardı.
            SSK bitti… Ardından bina da gitti; yıktılar. Ama yerinde, çok güzel bir alan açıldı. Arkadaki kayaç yapı bütün güzelliğiyle ortaya çıktı. O doğal haliyle bile şu son ucube halinden bin kat daha iyiydi.
            Ne yazık ki en sonunda orası da “marka Bursa” diye yırtınanların beton alanı oldu.
                                                                       ****
            Mehmet Aksoy’un Kars’ta yaptığı “İnsanlık Anıtı” heykelinin başına gelenleri hatırlarsınız.  Başbakan Erdoğan beğenmediği heykel için “ucube” falan diye girizgâh yaptıktan sonra iş, tamama erdirilmiş ve o heykel yıkılmıştı.
            Heykeltıraşı Mehmet Aksoy altta kalmamış, başbakanın “ucube” diyerek eserine hakaret ettiği gerekçesiyle dava açmıştı. İstanbul 3. Adliye Hukuk Mahkemesi’ndeki süren davada, “ucube” kelimesinin anlamının Türk Dil Kurumuna sorulmasına karar verildi. 
            TDK nihayet cevap yolladı: Dilimize Arapçadan girdiği belirtilen ucube kelimesinin sıfat olarak “çok acayip, şaşılacak kadar çirkin olan”  anlamındadır. Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere ucube sözü olumsuz anlamda olmakla birlikte hakaret anlamı taşımamaktadır. Bu söz, kişinin bazı kişi ve varlıklara ilişkin kanaatini anlatan bir kelimedir.”
            Bunun üzerine avukat Ferah Yıldız, Başbakan’ın ucube kelimesini, heykelin tarihi dokuyu bozması nedeniyle kullandığını ifade ederek, heykelin içeriği ya da heykeltıraşla ilgili bir ifade olmadığını belirterek,  davayı koparıp götürmüştü. Yani…
            Yani “ucube meydan” derken, örnek kişilerin dilinden esinlenmekte bir sakınca görmedik.
                                                           ****
            Gelelim, Altıparmak Meydanının “çok acayip ve şaşılacak derece çirkin” betonlaşmasına”…
            Açılan meydana önce “Yüzen Taşlar” ismi verilen ilginç iki heykel konuldu. Hacivat ve Karagöz’ü simgelediği ve dünya da bir ilk olduğu falan söylendi. Sonra ortaya çıktı ki; meğer bu heykellerin benzerleri aynı heykeltıraş tarafından Amerika’nın Illinois eyaletinde hem de dörtlü olarak yapılmış. Bursaport.com yazarı Rüstem Avcı’nın deyimiyle “ heykel işi, traş çıkmıştı”.
            Aslında heykeller hiç de fena değil; o meydanda ziyan oluyorlar resmen… Keşke başka koşullarda karşılaşsaydık. Ama olmadı, olamadı.
            Heykellerin arkasındaki doğal kayaç yapı teras gibi bir betonla örüldü. Devamında ise BTSO (Bursa Ticaret ve Sanayi Odası) için üç katlı toplam 1.609 metrekarelik bir ek hizmet binası yapıldı. Yani gitti çalışanların SSK’sı, geldi patronların BTSO’su!
            Bütün bunların üstüne,  ucube meydanın geceleri pavyon gibi ışıklandırılmasına ne denilebilir ki?   

                               BURSA DA MEYDAN  /  25 Nisan 2014

 

20 Nis 2014

FUTBOL ŞİRKETLERİ VE AMME


                Futbolun Şirketleri ve Seyircileri

            17. yüzyılın en çok kullanılan felsefi lafı, “hayat bir tiyatrodur” imiş… Ünlü Shakspeare bile birkaç eserinde bunu replik olarak kullanmış.
            Günümüzde farklı mı? Tiyatro, hayatı yansıttığına göre hayat ta bir tiyatrodur, elbette!
            Burada tiyatroyu hafif bir şeymiş gibi gösterme çabası var, sanılmasın. Evet, günlük dilde “hayat bir tiyatro” denildiğinde, arkasından sitemle karışık bir eleştiri gelmesi beklenir.
            Futbol maçlarının oynandığı stadyumlar mesela, bir tür sahne sayılmaz mı? Oyuncular, seyirciler ve oyun; daha ne olsun aynı be ya…
            Fakat memleketimizde profesyonel futbol şirketleri üzerinden alengirli bir tiyatro oynanır ki benzeri yoktur. Tam evlere şenliktir!
                                                           ****
            Profesyonel futbol liginde yer alan kulüpler basbayağı, bildiğiniz ticari şirketlerdir. Ama mesela mahalle bakkalı, kasabı, manavı kuruş vergi kaçırsa maliye anasını ağlatır. İşçinin, emekçinin, memurun o aspirin kutusunu doldurmayan maaşının vergisi ise daha havada iken kesilir. Gelgelelim dilimizin dönmediği milyon dolarların, peynir ekmek parasıymış gibi kolayca telaffuz edilebildiği ticari futbol kulüplerine vergi ayrıcalığı vardır.
           Tuuuu… Tuhaftır yani…

           Tuhaftır, bu şirket kulüplere bir de üstüne tüy diker gibi, milletin parasıyla stadyum yapılır; kutsal mabet havasında. İstanbul da yapılır, Ankara da yapılır, Adana da yapılır, orda, burada şurda yapılır; mesela, Bursa da 45 bin kişilik bir stadyum yapılır.
            Hayatında seyirci olarak bir kez maç seyretmemiş Emine teyzenin parası, futbolu günahı kadar sevmeyen Ahmet abinin, Remzi amcanın parası, futbolla uzak yakın akrabalığı bile olmayan yüz binlerce yurttaşın vergileri bu ticari spor kulüplerine stadyum yapmak için harcanır.
            Ya arkadaş, bu profesyonel spor kulüpleri ne biçim bir şirkettir böyle ya… Halkın parasıyla kendine bina yaptıran şirket olur mu?
                                                          ****
            Bursa’nın duayen spor yazarlarından Mehmet Özkeskiner, Çarşamba günkü Hürriyet ekinde, Bursaspor-Galatasaray kupa maçının dudak uçuklatan bilet fiyatlarını konu etmiş. Taraftarın hem ruhunu hem cebini hırpalayan bu durumu ayıplamış.         
            Haklı…
            Öyle ya, adamın vergileriyle stadyum yap; sonra aynı adamı kendi stadyumuna fahiş fiyattan sattığın biletle sok! Dünyanın hangi ülkesinde var böyle yağlı börek?
            Türk milleti dünya milletleri içinde müstesna bir konuma sahiptir: Kendi malı stadyuma seyirci olarak girmek için ve anayasal hakkı olmasına rağmen spor yapmak için para öder.                    
                                                               ****
            Eyy Türk milleti; İstanbullular, Aydınlılar, Antepliler, İzmirliler, Bursalılar ticari bir şirket olan bu profesyonel futbol kulüplerinin Türk halkının sırtından inme zamanı gelmedi mi hala?
            Halkın parasıyla, halkın spor yapacağı spor tesisleri yapmak yerine, spor şirketlerine bedava stadyum yapılmasına hangi kutsal korkuyla, hangi tabuyla göz yummaya devam edeceğiz?      
            “Bu hayatta bize düşen rol, sadece futbol seyirciliği ise yesinler o rolü demenin zamanı gelmedi mi?
 
                           BURSA DA MEYDAN Gazetesi / 18 Nisan 2014

10 Nis 2014

VİKİNGLER


                     Vikingler ve Mikingler

            Vikingler isimli dizi, televizyonda CNBC-e kanalında yayınlanıyor.
            8. yüzyılın efsanevi İskandinav lideri, Ragnar Lothbrok’un hayatının anlatıldığı dizide, dönemin günlük yaşamı, dinsel ve politik ilişkileri konu edinilmiş.
            Aynı yüzyılda Avrupa’da Hıristiyanlık, Arap coğrafyası çeperinde İslamiyet hükmü sürüyordu. 8. yüzyıl, “İslam'ın altın çağı” denen dönemin başlangıcıydı. Arap Emevi devleti en güçlü figür idi.
            Hıristiyanların “kâfir” dediği Vikingler ise barbarın hası idi! Tanrıları Odin’e kendilerini ve diğer insanları kurban olarak sunan bir inanışa sahiplerdi. Vallhalla dedikleri pagan cennetine gitmekten zerrece korkmayan  gözü pek savaşçılardı. Zira onların öbür dünyasında tanrılarla aynı sofrada bira muhabbeti vardı!
            Ragnar ve adamları basit teknelerle ulaştıkları İngiltere’de, yaptıkları yağma ile “ekmeklerini” çıkarıyorlardı. Zengin kiliseleri basıp altınlara el koyuyor, insanları acımasızca kesip biçiyorlar.
            Dizi filmde hikâyesi anlatılan Ragnar’ın, tarihte hem Danimarka hem de İsveç kralı olduğu biliniyor.
                                                          
            Vikingler, 8. ve 11. Yüzyıl arasında İngiltere, Fransa, Kanada, Rusya, İtalya ve hatta Karadeniz kıyılarına oradan İran’a kadar uzanan bir coğrafyada korku ve dehşet salarak fetihler yaptılar.
            Peki, bu Vikingler ortalığı kasıp kavururken Türkler ne yapıyordu?
            8. yüzyılda Göktürkler yıkılmış;  yerine bugünkü Moğolistan ve Batı Çin'i kapsayan Uygur İmparatorluğu kurulmuştu.
            Türklerin dini çoğunlukla Şamanizm’di. Yani Vikinglere benzer şekilde “kâfir” inançlara sahiptiler.
            Karadeniz’in kuzeyinde 9. yüzyılda kurulan ve üç yüz yıl yaşayan Türk Hazar devleti ise din olarak Yahudiliği kabul etti.
            10. yüzyılda Orta Asya’nın batısında bir imparatorluk kuran Karahanlılar, Müslümanlığı benimseyen ilk Türk hanedanı oldu.
            Türklerin kitleler hâlinde Müslüman olmaları özellikle 10. yüzyılda hız kazandı.
            11. yüzyıl başında, Oğuz boyuna mensup olan Selçuklular İran'ı ele geçirerek Büyük Selçukluları kurdular. 1071 yılında Selçuklular Bizans İmparatorluğu'nu ağır bir yenilgiye uğratarak, Anadolu, Suriye ve Kafkaslar'da çok sayıda Anadolu Beyliklerinin ortaya çıkmasına zemin hazırladılar.
            13. yüzyılda malum, Osmanlı devleti kuruldu. 
                                                           ****
         Osmanlının bir dönemini anlatan “Muhteşem Yüzyıl” dizisi ile Vikingler dizisini karşılaştırınca insanın aklına şaşırtıcı sorular dolmuyor, değil; hani... Gerçi Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Mustafa’yı bizzat katlettirdiğini bu dizi filmle öğrenenler, şok oldu, kahroldu. Ama sonuçta, fazla da aldırmadılar. Devletin bekası esas ise, nizamı âlem içün, oğullar, beşikteki torunlar, kardeşler katledilebilirdi.  Çok da dert değildi; olacaktı artık o kadar da… Ama muhteşem yüzyıl dizisindeki kadınların açık sayılan giysileri "mütedeyyin" insanlarımız  için büyük dert oldu. En çok bunu didiklediler.
         Tarih ve anket bilinci yüksek hükümet erbabı da işi gücü bırakıp, bu vesileyle diziye bir güzel dekolte ayarı çekiverdiler, hatırlar mısınız?
            Şimdi soru şu: Vikingler gibi barbar bir geçmişten bugünkü uygar İskandinavya v.d kurulabiliyor da, neden referans alınan o ulu İslami geçmişten çok daha iyi bir uygarlık ortaya çıkmıyor?
                                                    11 Nisan 2014 Cuma

3 Nis 2014

HAREKET ÇEKMEK


                              Hareket Çekmek

            Aslında bu “hareket çekme” fiili yüzünden ortaya çıkan gerginlikler Türkiye de kim bilir nelere mal olmuştur? 
            Ülkemizde çoğu vakada tartışmalar ağız dalaşıyla başlar. Başlangıçta öyle direk küfür, cebir falan olmaz. Rakip, keskin bakışlarla ve daha çok da sert bir ses tonu ile üstünlük sağlamaya çalışır. Fakat meselenin hallolma kertesinin aşıldığı an, evet o an hareket çekme anıdır.
            Hareket hemen daima bir el kol işaretiyle çekilir. Kavgada bu an, işin renginin değiştiği andır. Geleneklerimize (!) göre karşı taraf bu hareketi görür görmez; “hareket çekme lan, yoksa hareketin Allaanı görürsün!” diye höykürmek zorundadır.
            Biraz sonra gerçekleşecek fiziksel temas, “kavgada yumruk sayılmaz” atasözümüzün de kaynağıdır. Bu mertebeye ulaşmış bir kavganın sonucunu artık Allah bilir.  Ama gazetelerin üçüncü sayfasına konu olan haberlerin çoğu aşağı yukarı bu mekanizmayla gerçekleşir. Bıçaklamalar, kafa-kol kırmalar hatta öldürmeler…
            Milletimizin gerçeklerinden biridir maalesef, bu…
                                                           ****
            Millet kişisel kavgalarını bu ritüelle hallediyor da onun temsilcisi olduğunu söyleyen siyasilerin kavgaları sanki farklı mı oluyor? Değil tabi!
            Her partinin bir “hareket çekme” simgesi yok mu mesela?
            AKP 2013’te Mısırlı Araplardan devşirdiği rabia parmaklarını, MHP 1984’te Hıristiyan Gagauz Türklerinden aldığı kurt başı işaretini, sol partiler 2. Dünya savaşında Hitler faşizmine karşı Victory /zafer kelimesinden esinlenen “V” harfini kullanır.
            Bu işaretler taraftarlar arasında bir selamlama biçimi olarak kullanırlarken, rakiplerle kavgada hareket çekmek, meydan okumak amacıyla kullanırlar. 
 
                     
            Bunun en yakın örneğini 30 Mart yerel seçimleri sonrası, Başbakan Erdoğan’ın balkon konuşması dedikleri şeyde gördük.
            Seçim süresince aile fertlerinin ve dört bakanının yolsuzluk, rüşvet iddiaları sürekli gündemde tutulmuştu. Fakat işte seçimler neticesinde kısmen oy kaybetse de partisinin mevcut durumu koruduğunu ve bu durumun bir başarı olduğunu düşünen muzaffer lider, elbette hareketini çekecekti. Sonuçta kendisine oy veren yığınlar, muhaliflerin yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık iddialarını ciddiye almamıştı.
            Uzun terasta Başbakan’ın hemen yanında mahdumu Bilal ve tüm aile efradı olmak üzere partililer, bakanlar ve müstafi Egemen Bağış yan yana sıralanmıştı. Aşağıda, kendinden geçercesine coşmuş partili kalabalığın nümayişi ve fonda dombıra müziği çın çın ötüyordu. Her şey dört dörtlüktü.

            Başbakan konuşmaya başlamadan önce sıkı bir rabia “hareketi çekmeyi” ihmal etmedi; hem de iki elle birden… Bu, taraftarlarına bir selam olduğu kadar, muhaliflerine karşı da bir meydan okumaydı. Geleneklerimize göre karşı taraf bu hareketi görmezden gelemezdi, elbette…
            Memleketimizin siyasi gerçeklerinden biri de maalesef, budur. Biliyorsunuz…
 
                                           4 Nisan 2014