14 Tem 2011

Ali Turan'ın Dertlendiği Şeyler / Röportaj


“Yarışçı her zaman yarışçıdır; veteran atletler ciddiye alınmalıdır”
Bursa şehrinin bir vicdanı varsa; bu vicdanın seslerinden birinin Ali Turan olduğunu söyleyebiliriz.
Eski bir terzi olan emekli Ali Turan kamuoyunca fahri çevre müfettişi ve veteran atlet kimliğiyle tanınıyor. Bursa da çevre, doğa ve şehirleşmeyle ilgili ne yanlış varsa sesini yükseltiyor. İdari kademelerle görüşüyor, dilekçeler veriyor; olmadı davalar açıyor. Bütün bunları yaparken itiliyor, kakılıyor, tehditler alıyor. Yılmıyor. Üç kuruşluk emekli maaşını harcıyor. Ama “eyvallah” etmiyor.
Ali bey şimdilerde teknolojinin olanaklarından da yararlanıyor. Edindiği dijital fotoğraf makinesi ile tespitlerini yapıyor. Hafız kartı Bursa’nın dört bir yanından görüntülerle dolu… Çoğumuzun önünden geçip gidiverdiğimiz terk edilmiş yapılar ya da tarihi öneme sahip eserler hep vizöründe…
Bunlar Ali beyin rutin işleri sayılabilir. Ancak o sadece bu alanda değil haksızlığın, hukuksuzluğun ya da akla ve vicdana aykırı her şeyin karşısındadır.
Orhaneli deki Sada Kanyonu’nda antik hamamın kaplıca suyuna bazı açıkgözlerce el konulmasına tepki gösterirken, merinos parkına yapılan otoparka savaş açar ya da Bursaspor taraftarının çıkardığı olaylar nedeniyle sorumlu gibi gösterilen Bursa Valisine destek olmak için elinden geldiğince çaba harcar. Öte yandan veteran atlet olarak katıldığı yarışlarda kendi ifadesiyle gayri ciddi kategori düzenine isyan eder…
Velhasıl asi bir Karagözdür, Ali bey…        

            Sizin fahri çevre müfettişliği gibi bir sıfatla şehri savunmaya çalışmanızı takdirle izleyenlerdeniz… Son olarak Merinos Parkına yapılan otopark ve Pazar alanına karşı çıkışınız vardı.
            Evet, bu büyük bir yanlıştır. Bu alan sit alanı olarak kayıtlardadır. Yasalar hiçe sayılarak orası betonlaştırılıyor. Ben Kent Konseyi Tarihi Kültürel Miras ve Çevre Grubu başkan yardımcısıyım. Bu sıfatla Osmangazi Belediyesinin Merinostaki plan değişikliğiyle ilgili bilgilendirme toplantısına katılarak bu değişikliğe karşı çıktık. Ama buna rağmen belediye bizleri yok sayarak inşaata başladı. İkazlarımız sonuç vermeyince savcılığa suç duyurusunda bulundum. Cumhuriyet savcılığı İçişleri bakanlığına oradan Valiliğe iletildi. Üç müfettiş şu anda bu konuyu inceliyor.

            Ama inşaatta sürüyor…
Evet, bu maalesef öyle.

Ali bey olağanüstü bir enerjiniz var ki bu tür sorunlarla boğuşmaktan yılmıyorsunuz. Nedir bunun sırrı?
Güçlü bir inanç, güçlü bir vatan sevgisi ve sorumluluk bilincine sahip olmak… Bunu ben söylemiyorum, burada yazıyor. (Resmi bir kurumun kendisine verdiği bir onur yazısını gösterirken, gülümsüyor.)

Peki, bunlarla beraber yalın ve keskin bir adalet duygusu da yok mu? Diyelim Berlin da yaşayan bir Türk olsaydınız. Aynı tepkileri vermez miydiniz?
Verirdim.  Orada yaşasaydım çevreye gene duyarlı olurdum. Çevreye, insana, hayvana neye olursa yapılan bir haksızlık beni derinden etkiler. Elimden gelen bir şey var da, yapamıyorsam kahrolurum.

Aslında sizinle şu veteran yaş kategorilerine olan şiddetli itirazınızı konuşacaktık. Konuşacağız da… Şu gündemdeki şike, Fenerbahçe operasyonları için ne düşünüyorsunuz?
Kokuşmuş, çürümüş bir toplum istemiyoruz.

Bursaspor da bu operasyonların içinde olsa…
Fark etmez. İnsanların aldatılması adaletsizlik, iltimas her yerde kötüdür.

Peki, veteran bir sporcu olarak katıldığınız yarışlarda adaletsiz dediğiniz uygulama nedir?
İlk defa Kasım 1990 yılında 1. Yeşil Bursa Maratonu’nda koştum. O yaşıma kadar koşmamıştım. Bu maratonun şimdi sürdürülememesi üzücüdür. Anlatacak çok şey var ama girmeyelim; başka bir konudur.
Fakat o zaman yapılan veteran koşularında Avrupa’daki sistem uygulanıyordu. 2000’li yılların başına kadar da yaş kategorileri 40-44 bir grup,  44-49 bir grup şeklinde idi. Bu adaletli bir kategoridir. Sonradan ne olduysa birden bire bu kategoriler 10 yaş arayla düzenlenmeye başlandı. Bu cinayettir. Olu mu böyle şey? Veteran atlet demek belli bir yaşın üstünde sporcu demektir. Bu yaşlarda bazen bir ay bile etkiler.

Burada amaç spor olsun, koşu olsun değil mi; n’olur ki?
Olur mu öyle şey; bu bir yarış. Bu iş için uzun çalışmalar yapıyoruz, emek harcanıyor. Diğer atletlerle farkımız yok; bizde kazanmak için koşarız. Yarışçı her zaman yarışçıdır. Ben Dünya, Avrupa ve Balkanlarda koştum; derecelerim var. Burada yapılan gayri ciddiliktir. 50 yaşında biri ile 60 yaşında birini aynı kategoride koşturmak bizim gibi yarışçılarla alay etmektir, saygısızlıktır. Bunu yapıyorlar.
Bu beni kahrediyor. Defalarca bu konuda Atletizm Federasyonuna uyarıda bulunduk, Bursa’daki yarışlar için vali yardımcısına konuları aktardık. Ancak ısrarla yanlış sürüyor. Ben yarışıyorsam hakkım olan madalyayı almalıyım.

Haksızlık diyorsunuz…
Alası. Türk musikisinde bile do ile re arasındaki perde 9 gomaya bölünür. Bu hassasiyetin aynısı veteran atletlere gösterilmelidir. Oysa Uluslararası Kent Koşusunda ve son olarak Kazancıdaki 6. Dostluk Koşusunda kategoriler 10 yaş aralıklıydı. Sizden on yaş küçük birinin bu yaşlarda sizi geçmesi normaldir. Adı niye yarış olsun o zaman. Bunun adaletli bir yarış olması için eşitlik sağlanmalıdır. Tarihi Kent Koşusu’nda hem Osmangazi Belediye Başkanı’na Hem de Federasyon başkanı Mehmet Terzi’ye bu sınıflamanın bir cinayet olduğunu söyledim.

Siz şu anda kaç yaş grubundasınız?
65-69 yaş grubunda olmalıyım. İşin bir de başka boyutları var. Bizde biliyorsunuz ana yaşıyla takvim yaşı farklı olabiliyor. Mesela ben 1947 doğumlu görünüyorum ama ana yaşım 1945; harman zamanı doğmuşum.
Kazancıdaki yarışta ikinci oldum. Benden 5 yaş küçük olan bir arkadaşım saniye farkıyla birinci oldu. Hâlbuki birinci olan arkadaşımızın kategorisi 55-59 yaş grubunda olmalıydı. Orada da tepkimi gösterdim. Birinci de olsam aynı tepkiyi gösterirdim.
Böyle olursa benim gibi sporcular giderek yarışlardan soğur, çekilir. Bu konuda veteran sporcuların bilinçsiz olduğunu, soruna sahip çıkmadıkları görülüyor.

Bunun bir çözümü olmalı…
Olmaz mı? Yaş grupları daha dar olmalı… Fin Puan Sistemi denen uygulama yapılmalı. Sporcunun yaş, süre ve mesafe oranları dikkate alınarak sıralama yapılırsa daha hakka uygun olur.

Bir süredir Uludağ da yapılan uluslararası dağ koşusunun gerçekleşmesinde katkılarınız olmuş galiba…
Uludağ’ın uluslararası dağ koşusu yarışları için seçilmesinde bizim çalışmalarımız etkili olmuştur. 2005 yılında Uludağ çalışma grubunda iken Hasan Ören’le benim çalışmamızla bu organizasyon Bursa’ya alınmıştır. Gurur duyuyoruz. Uluslararası Atletizm Federasyonu Başkanı bu kulvarı, Uludağ’ı gördüğünde “hayatımda böyle bir doğal kulvar görmedim” demesi önemlidir. Bu değerimizin kıymetini bilelim. Bununla beraber dünyanın bu en güzel şehrinin de kıymetini bilelim.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Tabi. Her şeyi Ali’den Veli’den bekleme tembelliğini bırakalım. Kendimize, çevremize, şehrimize karşı sorumlu olalım, sahip çıkalım; derim.

13 Temmuz 2011 / Bursa Meydan Gazetesi

29 Haz 2011

fenerbahçe



          Aziz Yıldırım’ın “Gör” Dediği
1987 yılında yayınlanan “Sarı Kırmızılı Kaşkol” isimli kitap futbol basınında bir dönüm noktası oldu. Kitabın yazarı Hıncal Uluç, o güne kadar bir yazar için alışılmış olanın tersine; bir kulübün, Galatasaray kulübünün taraftarı olarak yazdığını açıkça ilan etmişti.
Kitap büyük yankı yarattı. Çünkü gazetecinin kamuoyu karşısında tarafsız bir değerlendirici olması ilkesi apaçık inkâr ediliyordu. Bugün bize son derece doğal gelen “taraftar yazarlık” konumu o günlerin ahlakında ayıp sayılırdı. Fakat tabi ki bu yayın sonrasında hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktı; bir kere cin lambadan çıkmıştı.
Her şey gibi anlayışlarda değişebiliyor. Geldiğimiz noktada futbol yazarlarının neredeyse yarı resmi kulüp yazarlığı statüsünü sürdürmelerinde bir beis görülmüyor. Buna karşın yazıp çizerken tarafsız olmaya, insaflı olmaya özen gösteren yazarlar sık sık “gizli taraftarlık” suçlamasıyla yüzü yüze kalabiliyorlar.
Bu anlamda Fenerbahçe spor kulübü başkanı Aziz Yıldırım’la ilgili yazacaklarımıza bakıp da sakın gizli bir Fenerbahçe taraftarı olduğumuz düşünülmesin...
Aslında bizim açımızdan ne başkan Aziz Yıldırım’ın şanı şöhreti ne de Fenerbahçe’nin seçkin bir kulüp olması bu büyük camiayı benzerlerinden farklı kılmıyor. Ancak Başkan Aziz Yıldırım’ın kulübün düzenlediği Şampiyonluk töreninde yaptığı o çok önemli konuşmanın tarihe kayıt olarak düşülmesi, kulaklara küpe olması gerektiğini düşünüyoruz.
Aşağıda aktaracağımız bu konuşma; kendini spor diye futbola hapsetmiş basın çalışanlarına, kulüp yöneticilerine ve devletin spor teşkilatlarına; hani nasıl derler bu âleme “örnek” olsun, hatırlansın isteriz.
Şükrü Saraçoğlu stadındaki söz konusu şampiyonluk kutlamasında “büyük başkan” tezahüratlarıyla kürsüye gelen Aziz Yıldırım oldukça duyguluydu. “Fenerbahçe gerçek bir spor kulübü olarak bugün sadece futbolda değil basketbolde, voleybolde, kürekte, masa tenisinde, boksta ve atletizmde mücadele ediyor. Mücadele ettiği tüm branşlarda hep zirveye oynuyor, şampiyonluklara adını yazdırıyor. Gerçek bir spor kulübü olarak sporcularımızın Türk bayrağı altında ulusumuzu temsil etmesi bizler adına bambaşka bir gurur kaynağıdır…”
Aziz Yıldırım bir spor kulübünün sadece futbolla değil diğer spor branşlarıyla birlikte ancak gerçek bir spor kulübü olabileceğinin altını özenle çiziyordu. Futbola kitlenmiş Türk sporu için bu konuşma ciddi bir uyarıdır. Ülke sporu adına sorumluluk taşıyan diğer kulüplerin de maddi ve manevi destek aldıkları insanlara “gerçek bir spor kulübü” olduklarını göstermeleri gerekiyor.
Aziz Yıldırım’ın “gör” dediği “gerçek” budur.
Bursa MEYDAN Gazetesi / 29 Haziran 2011

11 May 2011

Bir gün herkes...Ama...



        Evlerden Taşınan Yastıklar ve Ambulans Uçaklar
          Kırk yıl ülkeye, kamuya hizmet etmiş kanser hastalarının fenalaştıklarında gittikleri acil servisten yatak yok diye yüz geri edildikleri bir ülkede yaşıyoruz. Onkoloji servisine yatmak için bekledikleri sıranın gelmesi için hatırlı yakınların devreye sokulduğu hastanelerimiz var. Örneğin Uludağ Üniversitesi’nde koridorlarda ellerinde yastıklarla dolaşan insanlar görürseniz, şaşırmayın. Bunlar yatan hastaları ikinci bir yastık istediklerinde verilmediğinden evlerden taşınan yastıklardır.
                                                                             ****
          Bu anlamda hastanelere işiniz düşmüş ve canınız da sıkkınken, izlediğiniz televizyon haberleri canınızı iyice bir sıkabilir.
          “Özel hastanede tedavisi tamamlanan İbrahim Tatlıses yanında doktorları olmak üzere Sağlık Bakanlığı’nın tahsis ettiği ambulans uçakla Almanya’ya hareket ediyor. Vücudunun bir yarısındaki felç için Hamburg’ta özel bir klinikte fizyoterapi-rehabilitasyon görecek olan sanatçının yakınları ise ilerleyen saatlerde tarifeli uçakla Almanya’ya uçacaklar.”
          Kuşkusuz herkesin en iyi tedavi olanaklarına sahip olma hakkı vardır. Şarkıcı Tatlıses gibi imkanı olanların bu olanaklarını sonuna kadar kullanmaları da en doğal haklarıdır. Ülkenin en donanımlı özel hastanelerinde yatmak haklarıdır. O hastaneler zaten o hastalar için vardır. Devletin olanaklarıyla Almanyadaki bir hastaneye taşınma hakkı da vardır, heralde. Nihayet o da bu ülkenin bir vatandaşıdır, değil mi?
          Ancak bu magazinleşen vakanın topluma yansıyan kısmında insanları rahatsız eden ayrıntılar vardır.
                                                                                 ****
          Tatlıses’in oğlu Ahmet Tatlı’nın gazetelere yaptığı açıklama şöyle: “Tedavi için Almanya’ya gideceğiz. İbrahim Bey hangisini isterse oraya gideceğiz. İnsan kolundan bile vurulunca fizik tedavi için oralara gidiyor. İnanılmaz tesisler kurmuşlar. Dünyanın en iyi suları, uzay teknikleri vs. Atıyorum bir yerde 6 ayda iyi olacaksan orada 20 günde iyi oluyorsun. Doktorlarımızın da isteği babamın Almanya’daki tesislerde fizik tedavi görmesi. Burada bir odanın içinde yapılan tedavi orada koskocaman bir tesiste olacak. İçinde su odaları, hava boşluğu odaları var.”
          Gazete haberi devletin Tatlıses’i korumak için Almanya’ya polis göndereceği haberiyle devam ediyor… “Koruma Şube Müdürlüğü, iki polis memurunu Tatlıse’e koruma olarak atadı. Polislerden biri iki gün önce İbrahim Tatlıses’in tedavi göreceği hastaneye giderek keşif yaptı. Fakat polis memurunun Almanya’da silahıyla görev yapmasına izin verilmedi. Polis memurunun silahlı görev yapabilmesi için iki ülke arasında diplomatik temaslar başladı. Diğer koruması da Tatlıses ile birlikte Almanya’da olacak. Oğlu İdo ise vize sınavları nedeniyle babasının ilk günlerinde yanında olamayacağını ilerleyen günlerde gideceğini açıkladı.”
          Türkiye de herhangi bir kamu hastanesinin bahçesinde yakınlarını beklerken göz attığı gazete de bunları okuyan bir yurttaş ne düşünür acaba?

                                                                                                      Engelliler Sitesi 25.03.2011

Hainlik müessesesi


          Kim Korkar Hain Kurttan?

          Mart’ın son haftasında Strasbourg’da yapılan “Fransa Açık Yüzme Yarışmaları” sırasında Fransız yetkililere ulaşan bir e-posta Türk yüzücülerin dopingli olduğu ihbarını yapıyor. Fransız yüzme federasyonu yetkilileri “derya.buyukuncu@hotmail.com” adresinden gelen postayı Türk yetkililere göstererek yüzücülerin doping testine tabi tutulmalarını istiyorlar. Ve kıyamet kopuyor. İddiaya göre ihbarı yapan adres milli yüzücü Derya Büyükuncu’ya aitti.
 
         Yüzme Federasyonu Başkanı Ahmet Bozdoğan “Teknik çalışmalar sonucunda mektubu gönderenin Derya olduğunu tespit edersek savcılığa suç duyurusunda bulunacağız. Bu vatan hainliğidir” Diyor. Gençlik ve Spor Genel Müdürü Yunus Akgül de “Eğer doğruysa bu vatan hainliğidir” diye destekliyor.
 
         Adı Türk yüzme sporuyla neredeyse özdeşleşmiş, beş yaz olimpiyatında ülkeyi temsil etmiş olan milli sporcu Derya Büyükuncu “vatan hainliği” ithamıyla yüz yüze kalıveriyor.
                                                                       
          Futbolsever Türk halkı Büyükuncu’yu ne yazık ki sporculuğundan ziyade katıldığı popüler yarışmalarla tanıdı. Milli yüzücü “Yok Böyle Dans” adlı yarışma programına katılma uğruna Dünya Şampiyonasında yarışmayınca federasyonun tepkisini çekti. Yetmedi…Türkiye Şampiyonası’na katılmadığı için de sporcusu olduğu Galatasaray Kulübüyle ilişkisi kesildi.
           Ne var ki bu gelişmeler Büyükuncu’nun pek umrunda olmadı. Şu günlerde “Survivor” adlı bir başka şov programında performans sergiliyor. Milli sporcunun kendisine yüzme dışında bir kulvar seçmesi tercih meselesidir.
 
          Ama bir olay vesile edilerek “vatana ihanetle” suçlanması, bambaşka bir şeydir!
Söylenenler doğru bile olsa, yirmi yıldan fazladır milli takımda yarışan bir sporcunun “dopingi ihbar etti” diye hain ilan edilmesi en hafifinden acımasızlıktır. Daha korkuncu ise sergilenen mantıktır. Bu anlayışla örneğin Türk doping kontrol görevlilerinin potansiyel hainler olarak damgalanmaları bile mümkündür. Öyle ya, kontrollerinde Türk sporcularda doping çıksa, göz yummakla vatan hainliği arasında bir tercihte bulunmaları gerekecektir.
 
          Ülkemizde doping kullanımının yaygınlığı nedeniyle 2005-2007 yıllarında halter ve vücut geliştirme federasyonun faaliyetlerinin uluslararası kuruluşlarca durdurulduğunu unutmayalım. Üstelik Türk sporuna sürülen bu kara lekenin sorumluluğunu hiçbir resmi makam üstlenmemiş, kimse hesap vermemiş, ihanetle bile suçlanmamıştır.
 
         Diyelim, Büyükuncu ya da bir başka Türk; Fransa’daki sporcular dopingli diye “ihbar” etti. Kim korkar “hain” kurttan? Ne olur? Ülke sporu zarar mı görür. Yooo… Kontroller yapılır ve durum açıklığa kavuşur. Sporcular temiz ise ihbarcının yaptığı terbiyesizlik, hayasızlık ortaya çıkar. Doping yapan var ise de bildirene “aferin” demek düşer. O kadar.
 
          Ama daha ortada ne olduğu belli olmayan bir vaka varken; onlarca yıl yüzme branşını sürüklemiş milli bir sporcuyu kolayca “vatan haini” saymak hakikaten ne vicdana ne izana sığmıyor.

                               Bursa Meydan Gazetesi 21.04.2011

22 Şub 2011

lejyoner sporcular



DEVŞİRME DEĞİL, LEJYONER.

Ülkemiz sporunu uluslar arası arenada temsil edenler arasında neredeyse dünyanın her yerinden toparlanarak getirilmiş; Türk vatandaşlığına geçirilmiş sporcular vardır.
Türkiye tarihinin en kalabalık sporcu kafilesiyle katışılan Pekin olimpiyatlarında ekibin yüzde onu yabancı kökenli sporculardan oluşmuştu. Buna rağmen büyük umutlarla gidilen oyunlardan koskoca bir hayal kırıklığıyla dönülmüştü. Tek altın madalyayı getiren Dağıstanlı güreşçinin tek kelime Türkçe konuşmaması ise bu hezimet üzerine tüy dikmişti. Dönemin spor genel müdürü görevi bırakmak zorunda kalmıştı.
Bu kış Erzurum’da yapılan Üniversite Kış Oyunları’nda kazanılan tek gümüş madalyanın Buz Dansı’nda Alper Uçar, Alisa Agafonova ile gelmesi “devşirme sporcu” meselesini yeniden toplumun gündemine getirdi.
****
Bugün itibarıyla milli takımlarda görev verilen yabancı kökenli sporcu sayısının 23 olduğu biliniyor. Ukraynalı yüzücüler Demir Atasoy, Serkan Atasay, Deniz Nazar, Volkan Atakan; Atletizmde Etiyopyalı Elvan Abeylegesse, Meryem Erdoğan, Almitu Bekele Degfa, Sultan Haydar, Mert Girmagelese, Güney Afrikalı Karin Melis ve Belarus asıllı Sviatlana Sudat; Masa tenisinde Çinli Melek Hu, Şirin He, Zhang Xiaoyu, Cem Zeng, Bora Vang, Peng Fei, Ahmet Li; Kord tenisinde Özbek asıllı tenisçi Marsel İlhan; Eskrimde Macar asıllı sporcu Yusuf Bojte; Ata sporumuz güreşte Dağıstanlı Ramazan Şahin, Ramazan Pehlivanoğlu ve okçulukta Gürcü Natalia Nasaridze ülkemizi temsil eden lejyonerlerdir.
Futboldakileri hiç saymayalım.
Beşiktaş’ın son Avrupa Ligi maçında İnönü Stadı’nda Dinamo Kiev’in karşısına çıkardığı kadroda sadece iki Türk sporcunun yer bulabilmesi ilginçti. Yabancı kotası falan vız gelmişti. Sonuçta neredeyse tamamı lejyoner olan “Türk” takımının 4-1 mağlup olarak 3. tura çıkma şansını kaybetmesi “milleti” değil ama “camiayı” epey üzmüş olmalıdır.
****
Yabancı sporcuların Türk vatandaşlığına geçirilerek milli takımlarda yarıştırılmasının toplum tarafından benimsenmediğini sanıyoruz. Ulusal bayrağın lejyonerlere ödenen paralarla göndere çekilme çabalarının toplumda heyecan yaratmadığını görüyoruz. Bu bir yana Türk insanının yetersizliğine ve yeteneksizliğine bir vurgu gibi de algılanabiliyor.
Bu yöntemin giderek daha çok tepki çekmeye başladığı görülmelidir.
****
Yabancı sporculara “devşirme” yakıştırması yapılması ise bir başka yanlıştır.
Bilindiği gibi devşirme sistemi, Osmanlı devleti döneminde; imparatorluk topraklarında yaşayan zeki ve yetenekli Hıristiyan çocuklarının asker veya bürokrat olarak yetiştirmesini amaçlayan bir sistemdi. Bu gençler ciddi bir eğitim, öğretimle yetiştirilerek Osmanlı sisteminde görevlendirilirlerdi.
Keşke söz konusu sporcular devşirme olsalardı da onları başarıya taşıyan bir sistemimiz var diye, övünebilseydik.
****
Bu anlamda Türkiye adına yarıştırılan yabancı sporcuların devşirmelikle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Mevcut hal daha çok “lejyonerlik” kavramıyla örtüşmektedir. Zira TDK sözlüğü de lejyonerliği, “yabancı uyruklu sporcu” şeklinde vermektedir. Hadi hepsinden geçtik; en azından şu güzelim Türkçemizi doğru kullanalım bari...

23. 02. 2011 Bursa Meydan Gazetesi

15 Şub 2011

amatörlük ticarileşirken...

AMATÖR SPOR MU, TİCARET Mİ?
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 59. Maddesi: “Devlet, her yaştaki Türk vatandaşlarının beden ve ruh sağlığını geliştirecek tedbirleri alır, sporun kitlelere yayılmasını teşvik eder.” Diyor. Bu amaçla oluşturulan Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü sportif faaliyetleri yürüten esas kurumdur. Teşkilata, “Vatandaşın ve okul dışı gençlerin fizik, moral güç ve yeteneklerini sağlayan beden eğitimi, oyun, cimnastik ve spor faaliyetlerini sevk ve idare etmek; gençliğin boş zamanının değerlendirilmesine ilişkin hizmetleri yürütmek, bilgi ve beceri kursları düzenlemek, gençlerin kötü alışkanlıklardan korunması için gerekli tedbirleri almak,” görevi verilmiştir.
GSGM spor branşlarıyla ilgili oluşturduğu federasyonlar aracılığıyla anayasanın kendisine buyurduğu “her yaştaki Türk vatandaşına spor yaptırmak” görevini yürütmekle mükelleftir.
Devletin sporun yararlarını kabul ettiği, vatandaşlarına spor yaptırmakla yükümlü olduğunu kabul ettiği yani “spor olsun” diye çabaladığı ve bunun gerekleri için teşkilatlandığı açıktır.
****
Ancak son yıllarda daha iyi hizmet üretilme düşüncesiyle yönelinen sporda özerkleştirme furyası temel amaç olan spor yaptırma görevini ciddi biçimde örselemiştir.
Özerk olma, özelleşme olarak algılanmıştır.
Özerk federasyonlar anayasal görevleri olan Türk gençlerine spor yaptırma ve sporu halka yayma yerine devşirme sporcu ile sanal başarılar peşinde olmuşlardır.
Federasyon yönetimlerinin bir tür aile şirketlerine dönüşme riski fark edilmiştir.
Devletin denetimine rağmen pratikteki keyfi uygulamalar belirgin biçimde artmıştır. Nadir yetişen ünlü sporcuların neredeyse tamamı bu yönetimlerle bir şekilde ihtilafa düşmüşler, üzücü sonuçlar doğmuştur.
Federasyonların sporcu, antrenör ve hakemleri gelir getiren müşteriler olarak algılaması ise yasalarla çelişen önemli bir paradokstur. “Yönetim kurulu kararı” diye lisans çıkaran sporculardan, seminere gelen antrenöre hakemlere herkesten para toplanmaktadır. Oysa devlet bütçesinden kendilerine görevlerini yürütmeleri için para aktarılmaktadır.
Fakat onlar amatör sporculardan para toplamayı giderek normal bir şeymiş gibi abartarak yaygınlaştırmaktadırlar. Örneğin satrançta müsabakaya katılacak sporculardan15’er lira alınmakta; teniste hakem paraları kulüplere sporculara ödetilmeye çalışılmakta, lisans devrinden 40+500 lira istemekten çekinilmemektedir. Bu çerçevede Meydan yazarı Niyazi Aşır’ın “haracın Allahı TFF’de” yazısında amatör futbolculardan toplanan olağanüstü meblağları gazetenin sitesinden bir daha okumanızı tavsiye ederiz. (*)
Federasyonlar akıl alamaz bir fütursuzlukla, spor yaptırmakla görevli oldukları çocuk ve gençlerin ailelerini “otomatik para makinası” haline getirmişlerdir. Kantarın topuzu öyle böyle değil tam kaçmış görünmektedir.
Bu yüzden sporu bırakan sporcular, lisans çıkartmaktan çekinen veliler vardır.
Toplanan paraların akıbeti ise ayrı bir konudur. Bunun sorgulanmasını isteyen şikâyetler başbakanlığa kadar ulaşmıştır.
Kaynak yaratma bahanesiyle sporculardan sürekli para talep eden federasyonlar spor yapmanın bedelini dar gelirli Türk yurttaşlarına ödetmektedir.
****
Peki, acaba bu federasyonlar gerçek görevlerini yani “her yaştaki Türk gencine spor yaptırmayı” ne ölçüde yerine getirmişlerdir; bakmak gerekmez mi?
GSGM resmi istatistiklerine göre futbol dışındaki 57 federasyonun toplam sporcu sayısı 1.764.756 kişidir. Yani nüfusa oranı % 2,5’tur. 80 milyona dayanmış, genç bir nüfusa sahip dev bir ülke için bu rakam yetersizdir. Fakat faal sporculara bakıldığında yani gerçek rakamlara bakıldığında durum çok daha vahimdir. Çünkü aynı rakam 276.857 sporcuya düşmektedir. (**) Nüfusa oranı % 0,35’tir. Yani, Esas anayasal görevleri sporu mümkün olduğunca çok Türk yurttaşına yaptırmak olan federasyonlar, yüz kişiden yarım kişiye bile spor yaptıramamaktadır.
Sporu kitlelere yaygınlaştırsınlar diye görevlendirilenler; özerkleşme ile özelleşmeyi karıştırınca Türk sporu, amatör sporcuların müşteri haline geldiği tek yönlü bir ticarete dönüşmüş görünmektedir. Bu hal nasıl bir amatörlüktür, anlamak güçtür!
Amatör sporun önündeki en büyük sorun olan tesisleşme nispeten aşılmaya çalışılırken yasalara, akla, vicdana, spor ahlakına aykırı “paralı spor” kâbusu belirmiştir. Umarız bu kötü rüyadan bir an önce uyanılır.
(*)(http://www.meydangazetesi.com.tr/2011/yazar.asp?yaziID=2050)
(**) ttp://www.gsgm.gov.tr/sayfalar/istatistik/sporcusayilari.htm
26.01.2011 BURSA MEYDAN GAZETESİ

evlere şenlik tenis federasyonu

“Bilo ben sana bir yanlış yaptım ama bi sor bakalım niye yaptım?”

Tenis Federasyonu başkanı Ayda Uluç sporcu çocukların ailelerinin şikâyetçi olduğu 500 lira lisans ücretini aldıklarını doğrulamış. Meydan gazetesine yaptığı açıklamalar gerçekten de hayretlere şayan cinsinden…
Hani o ünlü komedi filminde Şener Şen’in sorduğu gibi “tamam Bilo ben sana bir yanlış yaptım ama bi sor bakalım niye yaptım?” repliğinin geçtiği sahnede yaşıyor gibiyiz.
****
Federasyon başkanı diyor ki, “biz bu parayı alarak sporcuyu koruyoruz.”
Bu ne demek bi sor bakalım?
Sporculardan 500 lira alarak sporcuları koruyorlarmış işte…
Yok, yok daha sorgulayıcı ol, sor bakalım niye?
Sporcuların sık kulüp değiştirmesi performanslarını bozuyormuş da onu engelliyorlarmış fiyatı artırarak…
Yani…
Yani federasyon 500 lira alarak sporcunun performansına katkı sağlıyormuş…
Abi, o zaman daha çok niye almıyorlar; dopinge mi giriyor?
Allahım sen aklımızı koru…
****
Federasyon başkanı diyor ki, “Kulüplerin mağduriyetini engellemek için sporcular kulüp değiştirmesin diye 500 alıyoruz.”
Abi, bu ne demek ya; bi sorsana bakalım?
Anlamayacak ne var. Kulüpler lisans değiştirecek sporcuya muvaffakatname yani izin verir. Diğer kulüpte sporcuyu kabul eder. İşte burada bir tehlike söz konusudur. Federasyon bu arada 500 lira isteyerek her iki kulübü de tehlikeden korur.
Yaaa… Anladım…
Anladın yani…
Allahım sen aklımızı koru…
****
80 milyona dayanmış nüfusuyla dev bir ülkede yaşıyoruz.
Çoğunluğu gençlerden oluşan bu ülkede 875 bayan, 1.175 erkek olmak üzere sadece 2.050 tenisçi mevcuttur. Nüfusa oranı Binde 0,25…(**)
****
Valla hayatta her şeyi ciddiye almamak gerekiyor hakikaten yani…
İnsanın akıl sağlığından şüphe edeceği geliyor, bunları okuyunca…
(*) http://www.gsgm.gov.tr/sayfalar/istatistik/sporcusayilari.htm
19.01.2011 BURSA MEYDAN GAZETESİ

tenis

TENİS AMATÖR BİR BRANŞ MI?

           Amatör kelimesinin kökeni amor’dan gelir. Sevgi, aşk anlamındadır. Amatörlük ise sevgiyle para ya da çıkar beklemeden yapılan iştir.
           Ülkemizde tenis amatör bir branştır. Yani profesyonelce para kazanılan bir etkinlik ve organizasyon değildir.   Velakin "kazın ayağı" öyle değildir. Türkiye de tenis federasyonu istatistiklerinde lisanslı sporcu olarak yer bulanların hemen tamamı ailelerinin maddi manevi desteğiyle bu sporu yaparlar.
                                     ****
          Tenis federasyonu özerkleştiğinden beri tenise meraklı Türk gençliğini yolunacak kaz gibi görmektedir. Çocuklar daha tenise başlarken  yaz okullarından itibaren paralar ödenmeye başlar.  Lisans çıkar para ödenir. Federasyon yarışmalarına katılabilmek  için katkı payı ödenir. Başka şehirlere yarışlara gidiğinde  yol parası, konaklama ve diğer giderler ailelerce karşılanır. Tenisçi kulübüne aylık ücret öder. Vs. v.s...
          Türkiye de tenis sporunun altyapısını ne kulüpler ne şu ne bu doğrudan aileler oluşturur.
          Bununla beraber Tenis Federasyonu ülke gençliğine spor yaptırsın diye, bütçeden para alır. Vergilerimizden kesilen bu para gençlerimizin tenis sporunun sevmesi, tenisin geliştirilmesi için verilir federasyona...
          Ama amatör bir branş olan tenisle ilgili federasyon sporcuları yolmaya devam eder.
          Ve yurttaşlar ağzı açık sorarlar  "yahu  bizde neden tenisçi yok" diye.
                                         ****
         
         Şöyle bir düşününce ülkede tenisçi denince bir iki kişinin adını ve bir de Hülya Avşar’ı sayarsınız. Ama diyeceksiniz ki “bu amatör bir branş madem önemli olan bu sporun yaygın olarak yapılmasıdır. Şart mıdır yani şampiyonlar olması?”
          Son derece haklısınız, deriz. Önemli olan sporun tabana, halka yayılmasıdır. Başarı nasıl olsa bu bereketli topraklardan bir şekilde fışkıracaktır. Yeter ki tohumu atılsın, mümkün olduğu kadar çok Türk insanı sporun her türünü yapabilsin.
          Dönelim tenise…
          GSGM resmi internet sitesindeki verilere göre, (*)Türkiye de faal olan 875 bayan, 1.175 erkek tenisçi vardır.
          80 milyona dayanmış dev bir ülkede bu rakamların varlığı insanı üzüyor. Anlaşılır olsun diye nüfusa oranlarsak yüzde değil, binde 0,25 kişi tenisle iştigal etmektedir. Onların derdi de sürekli tırtıklanmaları… 
          Bu verilere baktığımızda Tenis Federasyonu işini iyi yapan bir federasyon değildir.
                                       ****

          Normal şartlarda varoluş nedeni tenis sporcularının sayısını artırmak olan bir federasyon ne yapar?
           Bir şekilde ailelerin desteğiyle lisanslı sporcu seviyesine gelmiş bu çocuklara gözü gibi bakar değil mi? Onların sorunlarını irdeler, onlara nasıl daha iyi çalışma koşulları sağlayabiliriz diye kafa patlatır; onların spor eğitimiyle ilgili olarak projeler üretir, sporu tabana nasıl yayacağını düşünür, değil mi?
          Değil…
        Özerk Tenis Federasyonu bu sporculardan lisans bedeli olarak 40 lira alır. Kulüp değiştirdiklerinde ise aradan neyin bedeli olduğu belli olmayan 500 lira para alır. Bunu ödemeyen sporcunun tenis yaşamını bitirir, lisansını çıkarmaz.
          Görev ve sorumluluk bilinci bunun neresinde?
          Bunun neresi amatörlük, neresinde sportmenlik var?



(*) http://www.gsgm.gov.tr/sayfalar/istatistik/istatistik_index.htm
13.01.2011 BURSA MEYDAN GAZETESİ

hayır denecek yer var...

YÜZDE 96 “HAYIR” DİYOR…
Yukarıdaki çarpıcı başlık, yurttaşların yüzde 96’sının spor yapmadığını konu eden bir gazete haberi için kullanılmıştı. Habere göre, Ege Üniversitesi öğretim üyesi Çetin İşleğen Türkiye’de yüzde 4 olan spor yapma oranının toplum sağlığı açısından endişe verici olduğunu açıklıyordu.
Bundan bir süre sonra da Sağlık Bakanlığı “şişmanlığın” salgın hastalık kategorisinde değerlendirileceğini açıkladı. Bakan Recep Akdağ Türkiye’de şişmanlık ve şişmanlıkla ilişkili olan şeker hastalığının giderek büyüyen bir halk sağlığı sorunu olduğunu tespit ettiklerini belirterek, bundan böyle en büyük mücadelenin şişmanlık sorunuyla ilgili olacağını vurguladı.
****
Aslında açıklanan şeyler yeni değildir.
Daha öncesinde Metabolik Sendorum Derneği Başkanı Prof. Dr. Aytekin Oğuz, 8 ilde yapılan araştırmanın sonuçlarını açıklamıştı. Buna göre gün içinde hiçbir iş yapmadan oturarak zaman geçirme süresi 35-70 yaş arasında yaklaşık 6,5 saattir. Kırsal kesimde şişmanlık oranı yüzde 54,6 iken, kentlerde yüzde 55’tir.
Görüldüğü gibi Türk toplumu hareketsiz yaşam tarzının hâkim olduğu ve her iki kişiden birinin şişman olduğu bir yapıya dönüşmüştür.
Özellikle yaşlanmaya bağlı olarak ortaya çıkan “sarkopenik şişmanlık” kas kitlesindeki azalmaya bağlı olarak karın çevresi yağlanması şeklinde görülür. Otuzlu kırklı yaşlarda başlayan sarkopenik yağlanma 60, 65 yaşlarında üst düzeye ulaşır.
Bu tür şişmanlığın kalp krizi, inme / felç, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, eklem hastalıkları ve kanserlere neden olduğu bilinmektedir.
Nihayetinde aynı araştırmada da kalp grafisi çekilenlerin yüzde 31’inde kalp sorunlarıyla ilgili verilere, her 4 kişiden birinde de şeker hastalığıyla ilgili belirtilere rastlanmıştır.
Ve tüm bu ölümcül musibetlerin esas nedeninin hareketsizlik olması çarpıcı bir gerçektir.
****
Bu gerçeği çok önceden gören batılı ülkeler 60’lı yıllardan sonra spor ve egzersizi özendirilerek yaygınlaştırılmıştır. Avrupa Birliği İstatistik Kurumu araştırmasına göre, Avrupa ülkelerinde her üç kişiden ikisi yürüyüş yapmakta ya da bahçe işleriyle uğraşmak gibi fiziksel aktivitelerde bulunmaktadır. Avrupalılar arasında ise İsveçliler ve İrlandalılar spora en teşne toplumlardır. Avrupa genelindeki yüzde 40’lık orana karşın bu ülkelerde spor yapma oranının yüzde 70’ler düzeyindedir. Buna karşın halen de düzenli olarak spor yapmayanların teşvik edilmesi yolunda kampanyalar yürütülmektedir.
****
Ankara Üniversitesi’nden Dr. Hakan Sunay mevcut durumu şöyle yorumluyor: “temel sebeplerinden biri, sporu toplum tabanına yaymak yerine uluslar arası spor organizasyonlarında gösterilen başarı ve alınan madalya sayısına dönük politikalar üretilmesidir. Oysa anayasanın 59. maddesinin özüne uygun olarak sporun yaygınlaştırılmasına yönelik politikalara öncelik verilmelidir.”
Yani…Genel bütçeden spora ayrılan pay artırılmalı, spor alanları, stadyumlar halka açılmalı, spor yapmayı özendirici, eğitici yayınlarla yurttaşlar hareketlendirilmelidir. Üstelik bu işten herkesin çıkarı vardır. Yurttaşların yaşam kalitesi artacak, devletin sağlık harcaması azalacaktır.
Tek sorun belki böylesine bilinçli yurttaşları yönetme güçlüğü olabilir. Ama olsun; artık o kadar kusur kadı kızında bile olur.
15.12.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

14 Şub 2011

dünya ikincisi olsan da...

SPOR KÜLTÜRÜ
Türk atasözü “sel gider kum kalır” der.
Kültür de böyledir. Toplumun yaşantısındaki sevinçler, hüzünler, kavgalar, sevişmeler, şunlar bunlar geçer gider; onlardan arda esası, tortusu kalır. Kültür bu tortulardan oluşur. 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası bitti gitti. Doğrusu milli takımımızın final oynaması ve sonuçta tarihinde ilk kez dünya ikincisi olması ulusumuzun göğsünü kabarttı. Öte yandan bu önemli spor olayı geride epey şeyler de bıraktı.
***
Her ne kadar Fenerbahçe teknik direktörü Aykut Kocaman “milli takımda oynamak bir sporcu için parayla pulla ölçülemeyecek kadar büyük bir onurdur, en büyük kazançtır.” dese de; bu turnuvada ilk kez bir sporcunun daha maçlar oynanırken “maddi ve manevi” destek istediğine şahit olduk.
Kaptan Hidayet spor kültürümüze “maddi ve manevi destek” deyimini kazandırdı.
***
Basketbol şampiyonasında çok başarılı bir organizasyon yapan Türkiye buna rağmen 3200 İsviçre Frangı ceza aldı. Denildiğine göre TBF, başbakan Erdoğan maçı izliyor diye Türkiye-Rusya karşılaşmasında dansçı kızların gösterisine izin vermemişti. Ceza da bunun için verilmişti.
Konuyla ilgili görüşlerine başvurulan Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Özak, “Eğer sportif bir organizasyon yapıyorsanız, uluslararası kurallara uymanız gerekir. FIBA istiyorsa ponpon kızlar çıkmalıdır. Ben kendim şahsen buna karşı olsam da kurallara uymak gerekir. Her gün gazetelerde çıplak kadın fotoğrafları var. Ama ne yapıyoruz, o gazeteleri yine de okuyoruz…” diye konuştu.
TBF kültürümüze “başbakanın izleyebileceği maçlar” anlayışını getirdi.
***
Basketbol dünya şampiyonluğunu “eğlence” yüzünden sorumsuzca kaybettiğimizi bilmiyorduk. Kaptan Hidayet ifşa etti: “Elimize güzel bir fırsat geçmişti. Birinciliği Sırbistan maçından sonra kaybettiğimizi düşünüyorum. Kazandığımız Sırbistan maçı sonrası büyük bir coşku ve kutlama oldu. O gece geç yattık. Eğer bir gün dinlenebilsek ABD karşısında sonuç farklı olabilirdi. Şampiyon olma şansımız artardı. Her şeye rağmen büyük bir başarı elde ettik. Bu ikincilikle Türk spor tarihine geçtik. İnşallah ileride de böyle başarılar elde ederiz.”
Demek ki sporcunun erken uyuması ve iyi dinlenmesi milli bir görevdir.
***
Bu turnuvanın en dramatik yanı da ödül töreninde cumhurbaşkanı, başbakan ve hükümet üyelerinin yuhalanmasıydı. Bakan Faruk Nafiz Özak, bu yakışıksız olaya haklı olarak sert tepki gösterdi. “Seviyesiz ve terbiyesiz insanlar büyük ayıp işledi. Bütün dünyanın izlediği bir organizasyonda bu yaşandı. Final maçından bir gün önce (referandum öncesi) VIP tribününde insanlar ‘hayır, hayır’ diye bağırıyorlardı.” ifadesini kullandı.
Tribünlerden yuh çekenlerin kameralardan tespit edilip hesap sorulacağının açıklanması ise seyirciler açısından önemli bir milattı. Bundan böyle maçlarda herkesin öyle aklına geldiği gibi bağırılıp çağıramayacağı anlaşıldı.
***
Türk spor tarihinde en büyük ödül Basketbol milli takımına verildi. Fakat Ankara Barosu avukatlarından Sedat Vural, Başbakan tarafından verilen 28,5 milyon TL primin anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle dava açtı.
Avukat Vural, “5018 sayılı Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanununun 24. maddesinde, örtülü ödenek kapsamına giren harcamaların ne amaçla ve nasıl yapılacağı belirtilmiştir. Burada da görüleceği üzere uluslararası spor karşılaşmalarında ilk 3 dereceye giren sporculara ödeme yapılacağıyla ilgili hiçbir hüküm yoktur. Bu ödeme toplumsal vicdanda da ciddi sorgulama ve tartışmalara neden olmuştur.” Dedi.
Bundan böyle devletin ödül yönetmeliği dışında verilecek paralar erkenden harcanmamalı; maazallah açılan iptal davaları ya aleyhte sonuçlanırsa, değil mi?
***
Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, milli basketbol takımı için anıt yaptıracağını açıkladı. “Milli takımımızın bu başarısını taçlandırmak için ilçemizdeki parklardan birisinde 12 Dev Adam Anıtı yaptırılmasına karar verdik. Anıtın açılışını, bu tarihi başarıya imza atan milli sporcularımızla birlikte yapacağız” dedi.
Politik kadirşinaslıkta birinci olmak ta böyle bir şey işte…
****
Sel gider, kültürü hepimize kalır. Hayırlı olsun…
05.10.2020 BURSA MEYDAN GAZETESİ

hido zıplarken

ZIPLA HİDAYET ZIRLA
Bazı şeyler hakikaten, dokunuyor insana… Seksen milyonluk bir ülkeyi temsil etme şerefine kavuşmuş milli bir sporcunun, tam istim üstünde iken maddi destek istemesi böyle şeylerden biridir.
Evet, kameralar karşısında bıkıp usanmadan “maddi ve manevi destek bekleyen” Hidayet’ten söz ediyoruz.
Demek ki bu ulusun 12 uzun boylu genci “12 dev adam” diye göklere çıkarması yetmemiş ki kaptan Hidayet televizyon ekranlarından “her” maç arası ulusa seslenerek ha bire “maddi ve manevi” destek istedi.
Yenidünya düzeninin yeni ahlak anlayışıyla zıplıyor da zıplıyor Hidayet.
****
28 Ağustos–12 Eylül tarihlerinde ülkemizde yapılan 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası’ı yüz akıyla gerçekleştirildi. Bu başarı öncelikle federasyonundur. Ancak diğer GSİM çalışanlarının, salonlarda temizlikten düzenlemeye bütün altyapıyı çekip çevirenlerin katkısını da yok saymamak gerekir.
Siz hiç şimdiye kadar gece yarılarına kadar çalışan ve işini yaptığı için zıplayarak maddi ve manevi destek bekleyen bir spor çalışanına rastladınız mı? Üstelik aldıkları maaşı duysanız “yahu bunlar zıplamadan nasıl duruyor” dersiniz.
Ama Hidayet zıplıyor.
****
Ne mutlu bize, 2002’de futbol takımımızın dünya üçüncülüğünü yaşadıktan sonra bu yıl da basketbol takımımızın dünya ikinciliğine sevindik.
Ailece izlenen maçlarda koltuklarda hop oturulup hop kalkıldı. Basketbola en ilgisiz olanlar bile suratları ekrana yapışık vaziyette birer basketbol koçuna dönüştüler. İki basketbolcunun adını sayamayanlar, millilerin künyesini ezbere saymaya başladılar.
Ama Hidayetin zıplayarak “maddi ve manevi destek” istemesine anlam veremediler.
Zıpla Hidayet Zıpla!
****
12 Eylül Pazar günü ABD ile oynanan final maçında, Türk milli takımını manevi olarak ekranları başındaki milyonlarca yurttaştan başka Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı da destekledi. Milli takıma yapılan manevi desteği ve sevgiyi ölçecek bir cihaz ne yazık ki yoktu. Maç 81-64 ABD’nin galibiyetiyle sonuçlandı. “Olsun” dedi, Türk ulusu; “siz dünya ikinciliğini kazanmış 12 dev adamsınız”.
Hidayet yürüyerek soyunma odasının yolunu tuttu.
****
Manevi destekler para gibi sayılamadığı ve kasaya konamadığı için ne kadar manevi destek kazandılar bilemiyoruz. Ancak maddi desteği sıralayalım: Başbakan’dan basketbolcu ve teknik heyete kişi başı 1,5 milyon lira; Müteahhit Ali Ağaoğlu’ndan ederi 400 bin lira olduğu söylenen birer ev ve GSGM ödül yönetmeliği çerçevesinde kişi başı 400 cumhuriyet altını olmak üzere toplamda adam başı 2.1 milyon lira.
Sonuçta milliler zıplayarak hidayete ermiş oldular. Geride öyküler kaldı. Kendini gecekonduda bulup basketbola kazandıran antrenörüne bir maç bileti bile göndermeyen uzun boylu basketbolcuların öyküsü…
****
Ünlü yazar J. Berger bu zıpçıktı anlayışı şöyle açıklıyor: “Çağdaş anlamda nihilistlik, kar peşinde koşmayı tüm toplumsal faaliyetlerin başlıca amacı kabul ettiğinden, başka herhangi bir düzeyde üstünlüğe inanmayı reddeder; yani ona göre her şeyin bir fiyatı vardır.(*)
(*) John Berger / Kıymetini Bil Her Şeyin
16.09.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

bursaspor esiyor

BURSASPOR RÜZGARI

O ilk günlerdeki “inanmazlık” yerini yeşil beyaz renklerin hâkimiyetine terk etmeye başladı. Bursaspor’un şampiyonluk rüzgârı daha yeni yeni esiyor, diyebiliriz.
****
Meydan Gazetesi’nin “Meclis’te Timsah Var” başlığıyla manşetten verdiği habere göre, AKP Bursa milletvekili M. Emin Tutan TBMM kürsüsüne boynunda Bursaspor atkısı ile gelmiş. Konuşması bitince de yeşil beyazlı atkıyı oturumu yöneten MHP’li Meral Akşener’e hediye etmiş. Bu arada geçerken CHP’li Kemal Anadol’un yakasına bir Bursaspor rozeti iliştirmeyi ihmal etmemiş.
Yine yazılanlara bakılırsa genel başkanlığı neredeyse tıpatıp timsahın şampiyonluğuna benzeyen CHP’nin yeni genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kendisine hediye edilen Bursaspor rozetini yakasında sakıncasız taşıyormuş.
****
Bursaspor’un şampiyonluğu kuşkusuz Bursa’daki diğer spor branşları tarafından da sevinçle karşılandı.
Bursa GSİM Dağcılık İl Temsilciliği tarafından Uludağ zirveye yapılan tırmanış Bursaspor’un şampiyonluğuna adanmış. Bursaspor formaları ve bayraklarıyla zirveye çıkan dağcılar burada geleneksel timsah yürüyüşü yapmayı ihmal etmemişler.
İl Temsilcisi Ahmet Köse " her Bursalı gibi şampiyonluktan büyük bir gurur duyduk, Bursa’lı dağcılar olarak Bursaspor’umuzun şampiyonluğunu Kuşaklıkaya zirvesinde kutlamak ayrıca heyecan vericiydi” demiş.
****
Milliyet spor yazarı Ercan Güven köşesinde Bursaspor’la ilgili olarak önemli değerlendirmelerde bulunmuş.(*)
Spor yazarı Güven, “Ertuğrul Sağlam’dan önce Bursaspor’da Güvenç Kurtar, ondan önce Samet Aybaba vardı. Kurtar kısa kaldı. Ama şampiyon Bursaspor’un temellerini Samet Aybaba’nın attığı iddia edilebilir pekâlâ... İspat da edilebilir. Beşiktaşlı kimliği yüzünden Bursa’da asla rahat bırakılmayan Samet Aybaba, göreve geldiği 2007 yılında, işe temizlikle başladı. Kaleci Vega, Volkan Bekiroğlu, İsmail Güldüren, Cihan Haspolatlı, Egemen, Ömer, Eser, İbrahim, Orhan Tum, Mbsuma, Sinan, Smulukovski ve Jason gönderildi. Üç büyüklerde bu değişimi yaparsınız. Kimse, “hop bi dakka” demez. Ama o tarihte bütçesi malum, hedefi sezonu kurtarmak olan bir takımda cesaret etmek her babayiğidin harcı mı? Peki, boşalan kadroyu nasıl onardı Aybaba? PAF takımından aldıklarıyla. Volkan Şen, Serdar Aziz, İsmail Odabaşı, Muhammed Demir, Eren Albayrak,
Bir de Sercan... A takımı kadrosuna alınmış, ama hiç 90 dakika oynamamış Sercan Yıldırım’a formayı Samet Aybaba zimmetledi. Transfer ettikleri mi? Bazılarını tanıyorsunuz:
Şampiyon Bursaspor’un kadrosundaki Kaleci İvankov, Kirita, Mustafa Keçeli, İbrahim Öztürk ve Bekir Ozan Has mesela. Kim bilir, belki de bugünleri düşleyip futbolcularına İngilizce dersane açtı tesislerde Samet Aybaba. Zamanı gelince yurtdışına giderlerse zorluk çekmesinler diye her halde. Bu işler böyle. Bayrağı her teslim alana, teslim edenin büyük/derin/şiddetli etkileri vardır. Kimi tuğla koymuştur inşaata, kimi örülmüş duvarı yıkmıştır. Ertuğrul Hoca şanslılardandır. Samet Aybaba’nın temelini attığı, Güvenç Kurtar’ın özenle koruyup teslim ettiği Bursaspor’un zirve taşını o koymuştur. En önemli, en büyük, en sağlam taş... Ama altı sağlam olmasa, mümkün değildi.” Diyor.
Adı devrim ise bu şampiyonluğun o zaman övgüler kadar eleştirilerin, hatırlatmaların ve yepyeni değerlerin, hatta farklı yapılanmaların ortaya çıkacağını hep beraber göreceğiz, demektir.
(*) Milliyet 26.05.2006
26.05.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

esası görmek

ANADOLU KARDEŞLİĞİ

Anadolu Spor Gazetecileri Derneği (ASGD) biliyorsunuz 1992’de Bursa da kurulmuş ve ülke çapında örgütlenmiş bir medya meslek örgütüdür. Yaygın ve güçlü İstanbul medyasının spordaki sultasına tepki olarak doğmuş ve Anadolu’daki itilmiş spor gazetecilerinin sesi oluvermişti.
ASGD, şimdi bir Anadolulu olarak kendine yakışanı yapıyor. Futbol bahanesiyle toplumsal gerginlikleri derinleştirmeye toplumumuzu bölmeye, parçalamaya çalışanların karşısına dikiliyor.
ASGD, Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti ile birlikte “top” nedeniyle oluşan Bursa Diyarbakır kırgınlığını aşmak istiyorlar.
Adını “Bursa Diyarbakır Dostluk Projesi” olarak belirlemişler. Türkiye Gazeteciler Federasyonu ve her iki şehirden sivil toplum örgütleri projeye tam destek veriyorlar.
****
Proje, ASGD lokalinde genel başkan ve Meydan Gazetesi genel yayın yönetmeni İbrahim Erdoğan tarafından kamuoyuna duyuruldu. Erdoğan’ın konuşmasının satır başları şöyle: “ Statlarda olan münferit olaylar bazen o heyecan içinde bir anda tribünlere yayılabiliyor. Bu gereksiz ve anlamsız gerilimler sonuçta nahoş olaylara yol açabiliyor… Yaşanan gönül kırgınlıklarının, yürek sızılarının tanığıyız. Ancak meseleler soğuyunca, üzüntü duyulup pişman olunuyor... Bunların aşılması için bizim gibi sivil toplum örgütlerinin sosyal sorumluluğu vardır.”
16-18 nisan tarihlerinde davet edilen 30-35 kişilik Diyarbakırlı sivil toplum yöneticisi Bursa’da ağırlanacaklar. Birlikte Bursaspor-Gaziantepspor maçını izleyecekler.
Erdoğan’ın belirttiğine göre konuklar bu projeyi destekleyen Bursa Valisi Şahabettin Harput ve Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ile de buluşacaklar.
Tabi bir de bunun iadei ziyareti olacak, daha sonraki bir tarihte de Bursalı ev sahipleri Diyarbakır “deplasmanına” gidecekler.
Ne güzel işte bahaneyle çiğ köfteler, iskenderler, künefeler, kestane şekerleri yenecek; şıralar, ayranlar belki rakılar içilecek… Şakalar yapılıp, gevezelikler edilecek… Şeker afiyet olsun, bizler için de yenip içilsin.
****
Yani anlayacağınız; Bursaspor ile Diyarbakırspor arasındaki maçlarda yaşanan “mahalle kavgası” tadında bırakılmak isteniyor.
Ee, doğrusu da bu değil mi?
Bu tip kavgalar çocukların gazozuna yaptıkları mahalle maçlarında belki sevimli oluyor ama doğrusu böylesi en azından Anadolu kültürüne yakışmıyor.
Anadolu mayasının horasan erenlerince atıldığı unutulmamalıdır. Ahmet Yesevi’nin öğüdü “kimsenin kalbini kırma; garibi, merhemi ve yoldaşı ol” idi. Hacı Bektaş ise “bir olalım, iri olalım, diri olalım” diyordu. Yurdumuz, Anadolu bu maya ile kaynaşmıştır.
Şer güçlerinin ve emperyalizmin standart taktiğinin “böl, parçala, yönet” olduğu hatırlanırsa uluların ne demek istediği daha iyi anlaşılır.
İhtiyacımız olan şey, kardeşliktir.
09.04.2010 / BURSA MEYDAN GAZETESİ

Yoksul ve Aykırı İbrahim'in Ölümü

                         OYUNCUNUN ÖLÜMÜ
          “Hayatla sanat iç içedir.”
          Sinema ve tiyatro insana insanlık hallerini göstermede son derece etkilidir.
          Senaryoları hayattan aktarılan yani gerçekten düşe geçen öyküler bir bakarsınız sahneden hayata akan gerçeğe dönüşüvermiştir.
          Sanat keskin bir bıçaktır. Yaşadığı anın farkında olmayan insanları uyandırır. En somurtkan insanları kendi haline güldürür. En gamsızları hüngür hüngür ağlatır. İnsan,sahnede benzerini görünce nasıl bu kadar ahmak olabildiğine kızar. Her gün duyduğu okuduğu ölümlerin sebepsizliğini hissettiğinde hüzünlenir. Bazen de Allahına kadar isyan eder.
         Gerçeğe en yakın olmak sanatın en temel ayıracıdır. Ne kadar çok düşsel imge kullanırsa kullansın; eğer bir şey sanat yapıtı ise insanlar onu kolayca ayırt ederler.
       
          “Sen uyursan herkes ölür”
          Yönetmen Levent Semerci’nin “Nefes” isimli filminin fragmanları televizyonlarda ve internet sitelerinde dönmeye başladığında “nöbette uyumanın” ne derece önemli bir gaflet olduğu hatırlandı.
          Güneydoğuda görev yapan bir askeri timin haleti ruhiyesinin anlatıldığı filmde komutan nöbette uyuyan erleri usul gereği birliğin önünde teşhir ediyor. Bu vesileyle bütün birliğe sesleniyor: “Nöbette uyumayacaksın, sen uyursan herkes ölür.”
          Kimi yazarlar bunu genelkurmayın “malum açılıma cevabı” falan gibi sundu. Ama artık bu tip şeylere inanan pek kalmadı.
          Film, 29 Ekimde vizyona girecek.
      
          “Yazıyor...”
         17 Ağustos 2009  tarihli Elazığ Günışığı Gazetesi Koçyiğitler Karakol’unda meydana gelen bir patlama sonucu dört askerin şehit olduğunu yazdı.
          Elazığ Valisi Muammer Erol patlamanın cinnet ya da terör sonucu değil, tamamen bir kazayla gerçekleştiğini belirtti. İbrahim Öztürk, İbrahim Yanan, A. Osman Altın ve Mesut Bulut adlı askerler şehit olmuşlardı. Birlikte yapılan törenden sonra cenazeler memleketlerine gönderilecekti.
       
          “Genç Ölümler...”
          Bu ülkede ne kadar çok ölüm oluyor. Ve Nefes filmindeki komutanın dediği gibi bu ölümlerin çoğu bir ajans haberi kadar iz bırakıyor. Oysa her birinin anlatacağı kim bilir ne çok şeyi, ne kadar çok umudu vardı?
      
          “Mandalı Bırakmazsan Yaşarsın!..”
          26 Ağustos 2009 tarihli Radikal gazetesi: Patlama sonucu ölen dört askerin ailelerini şok eden iddia… Nöbette uyuyan askerin eline pimi çekilmiş bomba verilmiş. 45 dakika yardım isteyen er gücü tükenince patlama olmuş.
          26 Ağustos ta Taraf gazetesinde Mehmet Baransu’nun yazdığına göre: Uz. Çavuş Şakir Akcan İbrahim Öztürk ve Ahmet Şensoy isimli askerlerin nöbet yerinde uyuduğunu görüyor. Bunu kanıtlamak için Öztürk’ün el bombasını ve Şensoy’un silahının alev gizlemesini alıyor. Kanıtları teğmen Mehmet Tümer’e teslim ediyor. Teğmen mevziye giderek İbrahim Öztürk’e el bombasının nerde olduğunu soruyor. Ardından el bombasını askere verip pimini çekiyor. “Mandalı bırakırsan ölürsün, bırakmazsan yaşarsın” diyor.
          Asker elinde pimi çekilmiş bomba ile birkaç kez teğmenin yanına giderek bombanın pimini istiyor. “25 yaşıma geldim, 75 gün askerliğim kaldı; beni öldüreceksiniz.” Diyor. Komutan aldırmıyor; askeri mevziye gönderiyor. Ve patlama oluyor.
      
                                                                   Şehit Askerlerin Cenaze Töreninden...

          “Şehitler, Şehitler…”
         28 Ağustos 2009 tarihli Milliyet’in haberi: Elazığ Karakoçan da sessiz tören. Şehit cenazelerinde ağızları bıçak açmadı. İbrahim Öztürk’ün Tarsus’ta yaşayan dayısı Emin Ayhan “Bu işin peşini bırakmayacağız. Yeğenim cahil değildi. Vatansever ve bilinçli bir çocuktu.” Dedi.
          Şehit A. Osman Altın'ın babası A. İhsan Altın, olaya sebep olduğu öne sürülen teğmen hakkında davacı olmayacaklarını söyledi. “Teğmen hakkında davacı olmayacağım. Devlet nasıl olsa cezasını verecek. Devletime, milletime güveniyorum” dedi.
          29 Ağustos Milliyet gazetesin de yer alan genelkurmay açıklamasına göreteğmen Mehmet Tümer bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olmaktan tutuklandı” Aynı gazetenin haberine göre DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis meclise verdiği soru önergesinde son 20 yılda eğitim zayiatı olarak nitelenen kaç ölüm olduğunun açıklanmasını istiyor.
       
          “Anılarımızda Yaşayacak”
          4 Eylül 2009 da Bursa da ki yerel gazetelerin köşe yazarlarına ve bize de gönderilen e-posta; “Çürümüş Bunlaradlı kısa filmin oyuncularından ve Kayıp Sahne Sanat Grubumuzun kurucularından arkadaşımız İbrahim Öztürk’ü, Elazığ Karakoçan’daki patlamada kaybetmenin üzüntüsünü taşımaktayız, diye başlıyor şöyle devam ediyordu:
          (…) Kayıp Sahne Sanat Grubu, çekim çalışmaları devam eden, “Palyaço Umut” un yanı sıra şu anda hazırlıkları devam eden “Orhan Veli” adlı 2 perdelik tiyatro oyununu da 17 Ekim’deki ilk gösterimini İbrahim Öztürk’ün anısına gerçekleştirecek. Kayıp Sahne Sanat Grubu’nun “Orhan Veli” isimli oyununun 17 Ekim’deki ilk gösterimi Bursa’nın Nilüfer ilçesindeki Uğur Mumcu salonunda saat:20.00’de olacak. (…) “Çürümüş Bunlar”, arkadaşımız, dostumuz İbrahim Öztürk’ün oynadığı son film olmayacak; o bundan sonra Kayıp Sahne’nin ortaya çıkardığı her eserde anılarıyla ve emeğiyle var olacak. Saygıyla ve Sevgiyle anıyoruz.   
          Aşağıdaki röportaj bu minvelde gerçekleşiyor.


                                                   Kayıp Sahne Sanat Grubu Güney Solak ve Arkadaşları

       Oyuncunun Ölümü / Röportaj Bağlamında...

          İbrahim Öztürk için arkadaşlarının gösterdiği çabayı anlama isteğiyle Bursa Kayıp Sahne Sanat Grubunun kurucularından Güney Solak ile üyeler Veysi Atlı ve Yaprak Kadaganlı ile söyleşiyoruz.

          Kayıp Sahne Sanat Grubu nasıl kuruldu?
          Başlangıçta grup kitap okuma topluluğu olarak bir araya gelmişti. Edebiyata ve sanata ilgi duyan Uludağ Üniversitesi öğrencileri ve farklı kesimlerden insanlar okudukları kitapları tartışırlardı. İbrahim Öztürk de bu arkadaş grubu içindeydi.
          Daha sonra benim (Güney Solak) ortaya attığım, kısa metrajlı bir film çekme düşüncesi kabul gördü. Oyunculuğa ilgisi olan İbrahim’le beraber bu grubu oluşturduk.
          İbrahim’in bir anlamda başrol oynadığı “Çürümüş Bunlar” isimli kısa filmi Kafka’nın bir öyküsünden uyarladık. Hayata tutunamayan bir insanın öyküsüdür.

           Grubunuz çalışmalarını nerede sahneliyor?
          Sokaklarda… Bursa da heykel ve civarında, köylerde, her yerde… Nazım Hikmet’in “memleketimden insan manzaralarını oyunlaştırdık” her yerde oynadık. Biz amatör bir topluluğuz. Bazen de belediyelere ait tiyatro sahnelerini kullanıyoruz.

          İbrahim de üniversite öğrencisi miydi?
          Hayır. Lise mezunuydu. İşçiydi. Daha doğrusu birçok işe girip çıkmıştı. Otomotiv yan sanayide çalıştı; pazarcılık yaptı. Askere gitmeden önce yine işsiz kalmıştı.

          Böyle bir konumda sanatla ilgilenmek alışılmışın dışında değil mi?
          Farklı biriydi. Roman okumayı çok severdi. Vedat Türkali hayranıydı. Oyunculuk ilgisini çekiyordu.

          Nereliydi?
          Diyarbakırlıydı. Kürtçe şarkılar söylemeyi severdi.

          Politikayla ilgileniyor muydu?
          Evet. TKP’nin eski bir üyesiydi. Ben de aynı partinin üyesiyim. Ancak İbrahim ayrılıkçı Kürt hareketi içinde değildi. Şiddetten hoşlanmazdı. İbrahim neşeli, esprili, deli-dolu renkli bir kişiydi.

          İbrahim’in oyunculuğu nasıldı size göre; ümit vaat ediyor muydu?
         Dediğim gibi bu konuyla çok ilgiliydi. Çaba harcıyordu. Bazı dizi ve filmlerde oynamıştı. Örneğin Samanyolu TV de yayınlanan “yeşeren düşler” dizisinde oynamıştı. “Enternasyonel” isimli sinema filminde oynamıştı. Ama sonra onun bulunduğu sahneler kurguya girmemiş. O kadar çekim yaptık sadece ensem görünüyor, diye hayıflanır ve gülerdi.

          “Yazıyooor...”
         
          Hakkâri Şemdinli’deki çatışmada 4 asker şehit oldu. 9 Eylül Eruh ve Çukurca’da terör kanlı yüzünü gösterdi. 8 asker şehit oldu.
          Van’da mayın patlaması sonucu 2 asker şehit oldu.
         10 Eylül 2009 İstanbul’da sel felaketi onlarca kişi kayıp, 31 ölü var.
          Bir tekstil firmasına ait kapalı kamyonetten 7 kadın işçinin cesedi çıkarıldı. Sel sularıyla sürüklenen malların hesabı yapılıyor. Yağmacılar işbaşında… Diye yazıyor gazeteler…Diye yazıyor gazeteler...Diye yazıyor...

12 EYLÜL 2009 / yazılan ama basılmayan yazılar'dan

11 Şub 2011

golf lazım mı abi

GOLF ?
TEMA Vakfı Onursal Başkanı Hayrettin Karaca, golf sporunun ülkemizde ve dünyada çevre sorunlarını artırdığını söylüyor. Meydan Gazetesi’nin haberine bakılırsa, Toprak Dede konuyu çarpıcı rakamlarla irdeliyor. Sadece golf sahalarını yeşil tutabilmek için kullanılan bir günlük su miktarının 4,7 milyar insanın günlük su gereksinimi kadar olduğunu söylüyor. Bununla beraber golf sahalarının bakımı için yapılan aşırı gübreleme ve ilaçlamanın yaratacağı ciddi çevre sorunlarına dikkat çekiyor. “Bizi aldatıyorlar, golf turizmi Türkiye ye kazandırmaktan çok kaybettiriyor” diyor. (*)
TEMA Vakfı ve Toprak Dede’nin Türkiye için gösterdiği duyarlılık kamuoyunca bilinmektedir. Bu sözlere kulak vermek gerekiyor. Onlar sadece bu konuda değil; Turgutlu Çaldağı’nda İngiliz SARDES şirketinin nikel madeni çıkarmak için keseceği 2 milyona yakın memleket ağacı için de dertleniyorlar. Tahripkâr maden işletmelerinin toprağımızı ve doğamızı kirletip, yok edileceğini duyuruyorlar.
Ama insanın canını asıl acıtan yağmacıların güzel ülkemizin her türden zenginliğini hırsızlamaya çalışması değildir. Bu kadar orman fakültesinin şu kadar ziraat fakültesinin, maden fakültelerinin olduğu ülkemizde sesi en az bu yurtsever dede kadar gür çıkacak yeterince aydın ve bilim insanının olmamasıdır.
****
Gelelim golfa…
Golfun anavatanı çimlerin kolayca yeşerebildiği bol yağışlı İngiltere’dir. Golf ABD, İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerde özellikle zenginlerin ilgi gösterdiği bir spordur. Ancak anlaşıldığına göre golf sahalarının bakımının güç olması ve yarattığı çevre sorunları nedeniyle golf sahaları “gelişmekte olan” ülkelere ihale edilmektedir.
Golfun ülkemizdeki macerası bu çerçevede olmuştur. Ana yemek “turizmle” hazırlanmış, üzerine “spor” sosu gezdirilmiş; ardından da “yiyebildiğin kadar ye” diye önümüze sürülmüştür.
Golf Federasyonu Silivri’deki Klasis Kulüp sahasında, o yöreden seçtiği gençleri eğiterek Türk Milli Takımına sporcu yetiştiriyor. Tabi esas itibarıyla bu gençler ileride golf turizminde nitelikli eleman olarak iş bulma olanağı da elde ediyorlar.
Zengin sporu olarak bilinen golfun hedefi kitle sporu olmak falan değildir. Amaç turizm gelirlerini artırmaktır. Türkiye Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu’da bunu destekliyor; turizm şirketlerinin gelirlerini artırabilmesi için güneyde daha çok golf sahası yapılması gerektiğini söylüyor.
Fakat Antalya’nın golf merkezi olarak seçilmesi doğaseverleri, çevreci örgütleri, TEMA vakfını harekete geçiriyor. Toprak Dede’yi kızdırıyor. Yurtseverlerin tepkisini çekiyor.
Meteorolog Bünyamin Sürmeli durumu şöyle özetliyor: “Türkiye de kişi başına yıllık su tüketimi 1500 metreküptür. ABD ise 16.000 metreküp ile su zengini bir ülkedir. Buna rağmen orada bile golf sahalarının su kaynaklarını tüketmesi ve doğaya olumsuz etkileri konuşuluyor. Sorun sadece su kaynaklarını tüketilmesi de değildir. Bu sahalar için kullanılan yıllık kimyasal gübre ve ilaçlar tarım için kullanılanların tam 6 katıdır. Bu kimyasalların bir süre sonra sızarak yeraltı su kaynaklarına ulaşması ve onları da kirletmesi söz konusudur.” Diyor ve ekliyor “ Golf sahalarının olduğu bölgeye zengin turistlerin gelmesi belki ekonomiye katkı sağlıyor ama bu sahaların sayısının artması fiyatları düşürecektir. Bu nedenle beklenen turizm geliri sağlanamayacağı gibi kaynaklarımızı da tüketmiş olacağız.”
****
Golf sporunun iki ana prensip üzerine inşa edildiği söylenir. Bunlar, oyuncuya ve sahaya saygı’dır. Güzel, güzel de…
Ya vatan toprakları, onlar saygıyı hak etmiyor mu acaba?
(*) Meydan Gazetesi 04.06.2010
23.06.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

şampiyon bursaspor

BURSASPOR SEN ÇOK YAŞA

Kuşkusuz 16 Mayıs Pazar günü Türkiye futbol tarihinin en unutulmaz gecelerinden biri oldu.
Bursaspor’un şampiyonluğu zor ve sancılı bir doğumla gerçekleşti.
Gerçeğin ve yalanın, sevincin ve acının, sevginin ve nefretin bir arada yaşandığı o gece Bursa’nın “nur topu gibi bir şampiyonluğu” oldu.
Görmeyen gözler görmeye, duymayan kulaklar duymaya, söylemeyen diller konuşmaya başladı.
Mucizenin mimarı Bursaspor, sen çok yaşa! (*)
****
Son maçında sahasında Beşiktaş’ı şampiyona yakışır bir futbolla 2-1 yenen Bursaspor, İstanbul’da Fenerbahçe’nin Trabzonspor’la 1-1 kalması üzerine kupanın sahibi oldu.
Fakat dedik ya, olağanüstü bir geceydi!
O doksan dakikalık süreç için de neler yaşanmadı ki!
Şampiyonluğun güçlü favorisi olan Fenerbahçe, Trabzonspor kalecisi Onur’u neredeyse topa tutmasına rağmen bir golden öteye geçemedi.
Bu arada nasıl olduysa Şükrü Saracoğlu stadına “Bursa maçının berabere” olduğu haberi uçtu. Menşei belirsiz bu “yalan” stat görevlisi tarafından anons edince, Kadıköy bir anda şampiyonluk havasına bürünüverdi. Futbolcular sevinç içinde maçın kalan son birkaç dakikasını top çevirerek geçirdi. Maçın bitmesiyle beraber saha ana baba gününe döndü. Taraftarlar, Bursaspor’a inat, timsah yürüyüşü bile yaptılar.
Fakat gerçeğin anlaşılması hiç de o kadar kolay olmadı. Sevincin yerini bir anda yıkıcı bir öfke aldı. Fenerbahçe taraftarı kırıp dökmeye, yakıp yıkmaya başladı. Polisle çatışıldı. Teknik direktör Daum tartaklandı. Bu kadar heyecanı kaldıramayan futbolcu Emre Belözoğlu bayıldı. Trabzonsporlu futbolcular ve taraftarlar uzunca bir süre stadyumda mahsur kaldı. Bu kaos içinde yanlış anonsçu Hakan Bingöl de başkan Aziz Yıldırım’dan “bir ton sopa” yedi. Hırsını alamayan başkan, polis aracıyla stadı terke eden teknik direktörün arkasından “söyleyin o Daum’a bir daha gözüme görünmesin” diye parmak salladı.
Yaaaa ya… Hoş değil yani…
O gece Bursa ve Türkiye yeni bir başlangıcın sevinciyle dalgalanırken güzel ülkemizde bunlar da yaşanıyordu.
****
Bu başarıdaki payı ortada olan Bursaspor teknik direktörü Ertuğrul Sağlam kuşkusuz şampiyonluğa en hazır olan kişiydi. Kimse inanmazken şampiyonluğa inancını vurguluyordu. Bursalılara “bizim için dua edin” diyordu.
O gece kameralarla kuşatılan Ertuğrul Sağlama sorudular: “hocam bu bir devrim midir?” diye. Hoca şöyle bir düşündü ve “biz 18 milyon liralık bir takımız ama ruhumuz 100, 200 milyon lira değerindedir. Yarından itibaren yeni Bursaspor için çalışacağız.” Dedi.
****
İşte artık nedense, Bursaspor şampiyon olduğu anda aklımız ve dilimize “Bursaspor Sen Çok Yaşa Kitabı” takılıverdi.
Bursalı gazeteciler İsmail Kemankaş ve Binay Kazan’ın Bursaspor’un serüvenini anlattıkları bu kitabı raftan indirip bir daha karıştırdığımızda arka sayfasındaki tanıtım yazısı gözümüze ilişti: “Her şey bir emek ve çabanın ürünüdür” diyordu.
Bursaspor ve Türk futbol tarihi yeniden yazılırken bu sözü iyi düşünmeliyiz.
Evet, büyük olunan kapıdan geçildi. Şimdi hedef, büyük olduğunu gösterme zamanıdır.
(*) Bursaspor, sen çok yaşa / İsmail Kemankaş, Binay Kazan 1992
17.05.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ