30 Oca 2011

fizyoterapist

SPOR VE FİZYOTERAPİST

Her yılın 8 Eylülü Dünya Fizyoterapistler günü olarak kutlanmaktadır.
Ülkemizde fizyoterapist yetiştiren ilk “fizyoterapi-rehabilitasyon yüksek okulu” 1961 de Hacettepe Üniversitesinde açılmıştır. Yani 41 yıldır fizyoterapistler vardır.
Bütün dünyada sporcu sağlık ekipleri içinde önemli görevler üstlenen fizyoterapistlerden bugüne kadar yeterince yararlanıldığı söylenemez. Türkiye de görev yapan yabancı antrenörlerin yanlarında fizyoterapistleriyle gelmeleri bazen özendirici olmuş ama zihniyet değişmemiştir. 1990’da yapılan spor şurasında, sporcu sağlığı alanında fizyoterapistlerin yer alması gereğinin önemine her zamanki gibi değinilmekle yetinilmiştir.
Oysa Alman Milli Futbol Takımının hekimi Prof.Dr. M.H.Hess spor sakatlıklarıyla ilgili bir değerlendirmesinde fizyoterapistlik mesleğinin spor için ne ifade ettiğini şöyle belirtmiştir: “Sporda sık rastlanan kötü tedavi sonuçları ve sakatlıkların tekrar etmesi; sadece sporcuların yanlış yönlendirilmesinden, bilinçlendirilmemiş olmalarından değil; aynı zamanda hekim, fizyoterapist, antrenör üçlüsünün birlikte çalışma eksikliğinden kaynaklanmaktadır.”
********
Fizyoterapistlik mesleği sağlık hizmetlerindeki modernite ve gelişmeyle var olan bir meslek olduğu için; bir anlamda o ülkedeki sağlık hizmetlerindeki düzeyin de göstergesidir.
Örneğin, geçen yıl İspanya Almeria’da yapılan Akdeniz oyunlarında 50 fizyoterapist görevliydi. Sağlık organizasyonunun en belirgin yanı ise fizyoterapi ünitelerinin stadyumlarda, kapalı salonlarda ve plaj voleybolu sahalarında yani her yerde kurulu olmasıydı.
Spor fizyoterapistliği modern anlamda 1970’li yıllarda Amerika ve İngiltere’de meslek içi uzmanlaşma olarak başlamıştır.
1978’lerde ülkemizde de ilgi başlamıştır. 1999’da Türkiye’de Spor Fizyoterapistleri Derneği kurulmuştur. (www.sporfzt.org )
Türkiye de mesleği ilk fark eden Trabzonsporun efsanevi antrenörü Özkan Sümer olmuştur. 1984 yılında ilk olarak bir Türk fizyoterapist Trabzonspor’da göreve başlamıştır. Bugün takımlarda fizyoterapist bulunması zorunluluğunun UEFA kriterleri içinde yer alması Özkan Sümer’in ne kadar uzak görüşlü bir spor adamı olduğunun da kanıtıdır.
Bilindiği gibi, UEFA kriterleri olarak bilinen ve kulüplerin standardizasyonunu amaçlayan düzenleme “sporcu sağlık ekibi” kavramını da güncellemiştir. Artık kulüpler, hekim, fizyoterapist ve masör bulundurmakla yükümlü tutulmuşlardır.
Peki, fizyoterapistlerin sporcu sağlığındaki görevi nedir?
Uluslar arası Olimpiyat Komitesi, Tıp Komisyonu olimpiyatlarda yer alacak fizyoterapistlerin sağlık hizmetlerindeki etkinlik alanlarını; “sporcuların sakatlanmalardan korunmasında gerekli önlemleri almak, sahada ilkyardım yapmak ve sakatlanmalar sonrası fizyoterapi-rehabilitasyonu sağlamak” olarak belirlemiştir.
********
8 Eylül Dünya Fizyoterapistler Günü vesilesiyle; tam 41 yıldır ülkemiz için var olan, bütün olumsuzluklara karşın özveriyle hizmet üreten tüm meslektaşlarımızın gününü kutluyoruz.

07.09.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

işbilir işadamları

İŞİNİ EN İYİ YAPAN / VATANINI EN ÇOK SEVEN

Spor geniş kitlelerin ilgisini çeker de siyasetin siyasetçinin ilgisini çekmez mi? Bu elbette doğal bir eğilim; olması gereken bir şey. Nihayetinde ülkelerin spor politikalarını oluşturanlar da siyaset adamlarıdır. Bu nedenle spor alanındaki başarılar ve başarısızlıklar dolaylı olarak siyasete fatura edilir.
Diğer taraftan bütün dünya da var olan spor branşlarının kendi iç yasaları ve bunları uygulayacak yapılanmaları vardır. Oyun kurallarından oyuncu transferlerine, yarış takvimine spor adına ne varsa bunu sporun kendi kurulları ve federasyonlar yönetir.
Spor var olduğundan beri yani diyelim 4000 yıldır, spor yöneticiliği de vardır. Bu muazzam zaman içinde gönüllü bir beraberlik adına bugünkü güçlü spor federasyonları ortaya çıkmıştır. Spor adına kararlar vermek ve uygulamak gibi önemli görevi olan yapılanmaların herhangi bir konudaki yaklaşımı bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. Örneğin; Dopingle ilgili kararlar, cezalar, yarışların yapılacağı ülkelerin seçimi, kural değişiklikleri gibi… Velhasıl, sporun içinde yer aldığını, alacağını söyleyen herkes hoşuna gitse de gitmese de kurallara uymak zorundadır.
********
Ülkeler reklâmlarını yapabilmek ekonomilerini canlandırmak adına uluslar arası organizasyonlara ev sahipliği yapabilmek için kıyasına çekişirler. Spor ekonomisinin ciddi girdiler sağladığı artık fark edilmiştir. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Park Pist’te yapılan Formula 1 yarışları Türkiye için önemi büyük organizasyonlardandır. Ancak, otomobil yarışlarıyla ikinci defa dünya kamuoyu önüne çıkan Türkiye bu kez farklı tartışmalarla gündeme düştü. Yarışı kazanan Ferrari takımının Brezilyalı pilotu Felipe Massa'ya ödülünü KKTC Cumhurbaşkanı M.Ali Talat’ın vermesi bizim gururumuzu okşadı ama Uluslar arası Otomobil Federasyonunu memnun etmedi. FIA olayı kabul edilemez olarak tanımladı.
Daha önce İspanya benzer nedenlerle takviminden çıkarılmış. 1997'de Avrupa Grand Prix'sine ev sahipliği yapan İspanya'nın güneyindeki Jerez pisti, yerel belediye başkanının ödül törenini bozması gerekçesiyle yarışmalardan men edilmiş.
FIA ve F1 yönetimi, KKTC Cumhurbaşkanı'nın kupa vermesiyle ilgili soruşturma başlattı. Şimdi Türkiye’nin başına aynı şey gelir mi diye korkuluyor. Türkiye’nin tanıtım kaybı yanı sıra 250 milyon dolar zarar demekmiş bu. Kimin hoşuna gider ki?
Para-pul işlerini en iyi bilenlerden biri TOBB başkanı olsa gerekir. Ödülün verilmesi olayını bizzat organize ettiğini ve buna vesile olmaktan dolayı gururlu olduğunu açıklayan başkan Rıfat Hisarcıklıoğlu siyasete ısındığı yazılıp çizilen bir işadamıdır. Ama bir spor adamı değildir. Değerli işadamımızın bu girişimi bazı sorularla beraber zihinleri kurcalıyor: Böyle bir şey yapılacak ve ödülü yine M. Ali Talat verecekse bunu konuyla ilgili yetkili spor adamlarımızın yapması sağlanamaz mıydı? Peki, bu eylemle Kıbrıs davası ve KKTC tanınmış olacaksa daha önce neden denenmedi, bu gecikmenin sorumluları ceza görmeyecek mi?
Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu başkanı Mümtaz Tahincioğlu yapılan şeyi spor adına “yanlış” bulduğunu söyledi diye; Ne Türklüğü kaldı ne vatanseverliği ne de “tabansızlığı”… TOBB başkanına göre TOSF başkanının derhal istifası etmesi gerekiyormuş. Bunları duyunca insanın aklına alakasız alakasız şeyler geliyor; “Acaba bir fil zücaciye dükkânında dolaşırken hiçbir şey kırmama ihtimali olabilir mi? Gibi.
Artık şark kurnazlığıyla işleri yürütmenin mümkün olmadığını kışlalarımıza asılan şu söz çok iyi özetliyor: “Vatanını en çok seven (kendi) işini en iyi yapandır!”
31.08.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

beslenme saati

MİLLETİN ÇİNKOSU, DEMİRİ EKSİK
İnsan vücudu için gerekli olan besinlerin yeteri miktarda alınması gerekir. Dengeli beslenme sağlık açısından son derece önemlidir. Doğru bir beslenmede karbonhidratlar %50–60, proteinler %12–20, yağlar % 25–30 yer tutarlar. Bununla beraber yeterli su tüketilmeli ve vücudun gereksinimi olan vitamin ve mineraller alınmalıdır. Hastalıklara neden olan risklerin başında yetersiz beslenme gelmektedir.
Ülkemizde bilinçsiz ve yetersiz beslenmeye bağlı sağlık sorunlarının sanılandan fazla olduğu biliniyordu. Ancak son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar bunu apaçık ortaya koymaya başladı. Türkiye de özellikle kırsal kesimde günlük kalorinin % 70’i tahıllı mamullerden sağlanıyor. O kadar ki Guiness kitabına kişi başına en çok ekmek tüketen ülke rekoruyla girdik.
********
Geçenlerde ajanslara düşen bir haber bu anlamda çok dikkat çekiciydi: Çinko demir ve selenyum gibi minerallerin eksikliği çocuklarda beyin ve zekâ gelişimini, öğrenme yeteneğini engelliyordu. Ayrıca bu maddelerin eksikliği kısırlıktan kansere birçok sağlık sorununun nedeni sayılıyordu.
Ne yazık ki Türkiye toprakları bu minerallerden zengin değil. Bu kapsamda Sabancı Üniversitesi koordinatörlüğünde Devlet planlama Teşkilatı, Çukurova üniversitesi ve Bill Gates vakfınca desteklenen bir “mikro element projesi” başlatıldı. Çünkü Türk Ulusu’nun çinkosu demiri eksik…
Prof. Dr. İsmail Çakmak, Türkiye’de buğdayın diğer ülkelere göre genetik olarak fakir olduğunu topraklarımızda yeterince çinko, demir ve selenyum gibi elementlerin olmadığını açıkladı. Öğütülme sırasında tanenin dış kısmında bulunan az miktardaki çinko ve demirin de kaybolduğunu belirtti. 5 yıl sürecek bu proje sonunda bu minerallerden zenginleştirilmiş tahıl üretiminin nasıl yapılacağı belirlenecek ve üretime geçilecek.
Bu uygulamayı 20 yıldır yapan Finlandiya’da mineral eksikliğinin giderilmesiyle kanser oranlarında büyük oranda düşüş kaydedilmiş.
********
Mineral ya da element denilen şey; canlı ve cansız cisimlerin moleküler yapı taşlarıdır. Mineraller canlılara doğrudan enerji vermeyen maddelerdir. Ancak enerjinin oluşumu ve dokuların sağlıklarını sürdürmesinde etkili katkı sağlarlar.
İnsanlar için günde 100 mg.dan çok gereken kalsiyum, fosfor, magnezyum, sodyum klor gibi minerallere makro mineraller denir. Günde 100 mg. dan az gereken demir, çinko, selenyum, flor ise mikro elementlerdir.
Çinko; bezelye peynir, yumurta, karaciğer, et balık, portakal ve salatada mevcut. Demir minerali; karaciğer, bira mayası, kaba öğütülmüş tahıl ürünleri, baklagiller, brokoli, karnabaharda var. Selenyum ise et, balık, kaba öğütülmüş buğday, bira mayası, sarımsak, soğan sebze ve meyvelerde bulunuyor.
********
Sporcu çocuk ve gençlerin mineral eksilmesi açısından biraz daha çok risk taşıdıkları söylenebilir. Çünkü sportif etkinliğe bağlı olarak bu minerallerin kaybı artabilmektedir. Özellikle demir, çinko, magnezyum, bakır ve krom sportif etkinliğin yoğunluğuyla orantılı olarak azalabilir. Örneğin, demir eksikliğine bağlı “sporcu anemisi (kansızlığı) sık karşılaşılan bir durumdur. Sporcuların mineral gereksinimi daha çoktur.
Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklı olması; biraz da çinkoya, demire, selenyuma ve diğer minerallere yani bilinçli ve dengeli beslenmeye bağlıdır.
Türkiye için geliştirilen “mikro element projesi” ise insanlarımızın sağlığı için gelecek kuşakların sağlığı için gerçekten önemli bir girişimdir. Söz konusu kuruluşlara teşekkür ederiz.
27.07.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

adalet

ROMA HUKUKU HERKESE LAZIM
2006 Dünya kupasını kazanan İtalya şike kumpasıyla çalkalandı. Federasyon başkanı, hakem komitesi başkanı ve kulüp yöneticilerinin içinde bulunduğu şike skandalı İtalyan savcılarının titiz çalışmasıyla ortaya çıkarıldı.
İtalyan adaleti anlı şanlı futbol kulüplerinin karıştığı sahtekârlıkta kimsenin gözünün yaşına bakmadı; en ağır biçimde cezalandırdı. “Bu sektör, ülkeye şampiyonluk hediye etti” demedi. Şampiyon Juventus, Lazio ve Fiorentina takımları küme düşürüldü. Milan’ın ise 15 puanı silindi. İtalya’nın dünya şampiyonu olmasının yaratacağı sihirle affedileceklerini düşünen kulüpler ve medya tam bir şok yaşadı. Ama İtalyan hukuku, adalet diye bir şeyin olduğunu cümle âleme gösterdi.
Düşünün ki, taraftarı olduğunuz takımın da içinde olduğu bir kumpas meğerse maçları satmış! Kendinizi nasıl hissedersiniz? Herhalde orada kim varsa kimler sorumluysa cezalandırılsın istersiniz değil mi?
Ama öyle olmadı. Taraftarlar yani aldatılanlar yani “haksızlığa uğrayanlar” bu kararlara karşı çıktılar; demiryollarını trafiğe kapadılar. Protestolarını artırarak sürdürüyorlar. “Akıl tutulmasına uğramış” olanlar sahtekârların yanında saf tuttular. İşin garibi aynı karara savcılıkta itiraz etti ve cezaların az olduğunu belirterek, Milan’ın da küme düşürülmesi gerektiğini ekledi. Adalet, taraftarlara rağmen onların haklarını savunur duruma düştü.
Hukuk fakültelerinde Roma Hukuku diye bir dersin okutulması boşuna değilmiş demek ki!
********
Futbol seyircisinin pek de sütten çıkmış ak kaşık olmadığı sadece İtalya örneğinde tescillenmedi. Türkiye’de ne şike söylentileri dolaştı. Havaya bile yazılmadı. Dışarıda yapılsa cinayet nedeni sayılacak şeyler “stadyum sakinlerince” mubah sayıldı.
Öyle televizyon kameralarının futbolcuların burun deliklerine kadar girmediği yıllarda daha çok olurdu. Rakibin donunu indirmek, rakibe “tuşe rektal” atmak, tükürmek, kulağına annesiyle ilgili kötü sözler söylemek hatta dengine getirip sakatlamak bile vardı. Anadolu da neredeyse her takımda bir tane böyle kepaze oyuncu olurdu. Lakabı da ya “kemik kıran” ya “kasap” ya da “p.ç”.olurdu. Bunlar her nedense bizlerden yani seyirciden “yaramaz çocuk” kategorisinde tasvip görürlerdi.
Şimdi İlhan Cavcav’ın meşhur kol hareketini hatırlayalım. “Ayıptır yahu, yaşından başından utan” diyen oldu mu? Hakkında dava açan oldu mu? Hayır. Bütün eleştiriler hareketin yersizliği ve fazla olduğu üzerineydi.
Ya tribünlerden koro halinde yükselen “toplu” seks çağrılarına ne demeli?
Gerçekleri söylediğini düşünen Bursalı bir futbol yorumcusu açıkça şöyle demedi mi? “Efendim küfürden şikâyet ediyorsan, bale ile falan uğraşacaksın yani; bu futboldur nihayetinde”
Tüm bunlar nobranlığa, hukuksuzluğa övgü değil de nedir?
********
İnsanlar niye bazen terbiyesizleşirler ve hukuku hiçe sayarlar? Çünkü güçlü olduklarını göstermek ve iradelerinin her şeye yeteceğini kanıtlamak isterler.
Güç tanrısal bir şeydir ve insanları büyüler. İnsanoğlunun onu taşıması ateşi çıplak elle tutmaya benzer. Bu nedenle salt güç peşinde olanların ruh sağlıkları bozulabilir. Erk sahibi olanların nobran ve adaletsiz olmaktan çekinmemeleri bu nedenledir. Cehaletlerini de saklamazlar. Daha kötüsü çevredekiler tarafından, halk yığınları tarafından bu sıfatları için övgü ve alkış bile alırlar. Örnekleri tarihin çöplüğünde boldur.
İnsanlık tarihi dediğimiz şeyin gerçekte gücün dengeli ve adil dağılımını sağlama mücadelesi olduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse, terbiyesizliği ve hukuksuzluğu övenlerin yanında mı olacağız; yoksa insanlık onuru ve hukuku savunanların mı?
23.07.2006 BURSANIN SESİ GAZETESİ

insanlaşan sporcu

HARRY POTTER MI, SPARTAKÜS MÜ?

İtalya penaltılarla dünya şampiyonu oldu. Fransa ikinci ve ev sahibi Almanya üçüncü oldu. Ancak bu dünya kupasına damgasını vuran oyuncu kuşkusuz Fransa milli takımının otuz dört yaşındaki kaptanı Zinedine Yazid Zidane’ydi.
Yorumcular tarafından şans tanınmayan hele finale gelmesi hiç beklenmeyen Fransa’yı gerçekten de sırtında finale taşıdı.
Rakiplerini hayalet gibi geçmesi, oyun kuruculuktaki dehası, attığı kritik goller nedeniyle bazı batılı yazarlar tarafından “futbolun Hary Potteri” olarak nitelendirildi.
Cristian Dior için modellik yapmasına, ve Fransa’da en popüler erkek seçilmesine rağmen diğer bazı yazarlar Zidane için nedense “futbolun çirkin kralı” diyorlar.
FIFA tarafından 1998, 2000 ve 2003 yıllarında dünyanın en iyi futbolcusu seçildi. İlk kez 1994’te formasını giydiği Fransa milli takımına 2005’te kaptanı oldu.
“Avrupa’nın en iyi atak yapan orta saha oyuncusu” Zidane, Juventus’tan Real Madrid’e 68.6 milyon dolar gibi büyük bir rakama transfer olarak “dünyanın en pahalı sporcusu” unvanını aldı. 1998 dünya kupası finalinde Fransa’nın Brezilya’yı 3–0 yendiği maçta iki gol atan oyuncu bugün olduğu gibi o gün de Fransa’nın ulusal kahramanıydı.
********
Adidas firması hazırlattığı reklâm filminde onun doğduğu evi göstererek “herkes bir yerlerden gelir” sloganını kullandı. Çünkü o yokluk ve yoksulluktan geliyordu.
Cezayir göçmeni bir ailenin oğluydu. Babası İsmail’in “eğer göçmensen iki kat fazla çalışmak zorundasın; ancak böyle ayakta kalırsın” öğüdünü hiç unutmadan mücadelesini sürdürdü. “Göçmen olmam sayesinde sert ve sağlam bir karaktere sahip olmayı öğrendim; kökenimle gurur duyuyorum” diyordu.
********
Gerçekte, kökeni peşini hiç bırakmadı. Bir oyuncu olmanın ötesindeki hasletleri onu zaman zaman hedef durumuna getirdi. Fransa’nın ırkçı politikacısı Le Pen “milli takımdan göçmenlerin çıkarılması gerektiğini” öne sürüyordu. Ancak ırkçılar, “onun babası bir harki” diyerek Zidan’ı bundan ayrı tutmak gerektiğini söylüyorlardı. Harki, Cezayir savaşında Fransızlarla işbirliği yapan kişilere verilen isimdi. Bu söylentiye inanan göçmen Cezayirliler maçlarda Zidane-Harki posterleri açarak protestoya başladılar.
Laik Müslüman Zidane’nin tepkisi çok sert oldu. “Bir tek kez söyleyeceğim, babam asla harki, olmadı, o bir yurtseverdir.” Dedi. Hakaret içeren tribün gösterileri sona erdi.
Fransa’da göçmenlerin ve yoksulların başlattığı mahalle isyanları için “yoksul ve ikinci sınıf insan olmanın ne olduğunu iyi bilirim” diyerek taraf oldu. Sorunun derinliğine dikkat çekti.
Sadece Fransa’da değil tüm dünyada yoksul, umutsuz ve dışlanmış kitlelerin idolü durumunda olan futbolcu ırkçılık-yoksullukla savaşan uluslar arası örgütlere desteğini eksik etmiyor. UNİCEF’in elçiliğini yapıyor. .
********
Aynı Zidane, 9 Temmuz akşamı İtalya’yla oynanan final maçının 110. dakikasında hiç beklenmeyen bir şekilde rakibine kafa attı. Herkes gibi şaşkına dönen hakem neden sonra kırmızı kart gösterebildi.
Futbol kariyerinin jübile maçında böyle bir şey yapmış olmasına ağır tahrikin yol açabileceği kabul edildi. İtalyan Materazzi’nin ona terörist dediği, kız kardeşine ya da annesine hakaret ettiği yazıldı, çizildi.
Futbol yaşamını sonuçlandıracağı bir jübile maçında, Dünya şampiyonunu belirleyecek milyonlarca insanın nefesini tutarak izlediği bir maçta kendisine ya da ailesine yapılan bir hakareti her şeyi bir yana atarak cevaplandırması, bazıları tarafından “insani zaaf” olarak alkışlandı.
Yine de FIFA tarafından Dünya Kupası “altıntop” ödülüne değer bulundu. Fransa cumhurbaşkanı Chirac futbolcuları kabul töreninde Zidane’e övgüler düzdü. “Fransız ulusu seninle gurur duyuyor ve seni çok seviyor.” Diye gönlünü aldı.
Futbolun sadece futbol olmadığını bir kez daha anımsatan saçma bir demeç ise İtalyan siyasetçiden geldi: “biz İtalyanlar sadece Fransızları yenmedik; Fransa takımında yer alan zencileri, Müslümanları ve komünistleri de yendik.” Demesi iki ülke arasında diplomatik krize yol açtı. Herhalde bu patavatsız politikacıya sahtekâr İtalyan kulüplerinin “şerefi” yetiyor.
Anlaşıldığı kadarıyla Zinedine Yazid Zidane’ı Harry Potter’e ya da bir krala benzetmek yersiz görünüyor. O, şüphesiz Roma imparatorluğuna baş kaldıran gladyatör Spartaküs’ün ruhunu taşıyan bir arena kahramanı olarak hep saygı görecektir.

12.07.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

disiplin

SPORDA, BİLİMDE VE SANATTA DİSİPLİN
Askeri disiplinden başka intizamı anlamakta zorlananlar için; spor, bilim ve sanatın “disiplin” sayılması ilginç olabilir. Oysa bu disiplinler belki askeri olanından çok daha zapturaptçıdır.
Bununla beraber disiplin sözcüğü belli bir program içinde sıkı bir çalışmayı da anımsatır. Hem spor hem sanat hem de bilim olağanüstü bir disiplinli çalışma gerektirir.
********
Bir orkestra düşünelim. Örneğin, bu 45. Uluslar arası Bursa Festivalinin açılış gecesinde, gerçekten hoş bir konser veren Bursa Bölge Senfoni Orkestrası olsun.
Genlerimizdeki müzik, bir saz ve bir sesten ibarettir. Böyle olunca da sahneyi farklı müzik aletleriyle ağzına kadar dolu görünce insan, içten içe ürküyor. Ancak elinde baget sallayan uzun saçlı adamın “komutan” olduğunu anladığımızda, her şeyin “kontrol altında” olduğuna inanıyoruz. Kabul etmek gerekir ki şef İbrahim Yazıcı orkestrayı bir çizgi film kahramanı zarafetiyle yönetiyor.
Sahneye Soprano Selva Erdener çıkıyor. Bir İtalyanca parçanın arkasından “aman avcı, ay gız, yarim senden ayrılalı” gibi bizden eserler büyük alkış alıyor. Arada J.S.Bach ve Ravel’in besteleri seslendiriliyor. Bursa seyircisi senfoni orkestrasını alkışlarla uğurluyor.
Sanatın gerçek bir disiplin olduğunu anlamak için böyle bir sanat etkinliğinin arkasındaki yoğun düşünsel çabayı ve ağır fiziksel çalışmayı görebiliyorsunuz.
Önce müziğe yetenekli insanları bulacaksınız, bunları ciddi bir eğitimden geçireceksiniz ardından bir orkestrayla beraber yıllar süren alıştırmalar yapacaksınız! İyi olmak için sürekli çalışacaksınız, sürekli antrenman yapacaksınız.
Bu vesileyle yaklaşık bir ay süresince şenlikli bir yaşam sevincini şehrimizin üstünde estirecek olan festival sanatçılarına buradan şükranlarımızı sunuyoruz.
********
Diğer taraftan, bugün insanlığın ulaştığı nokta apaçık “bilimsel disiplinin” eseridir.
Bir yazarımızın değindiği gibi, çağ kapatıp çağ açan Fatih Sultan Mehmet yönetmeye aday olduğu dünyayı bugünün öğrencisi kadar bile tanımıyordu. Daha düne kadar tedavisi mümkün olmayan nice hastalığın yeryüzünden neredeyse silinmiş olması bilimsel disiplinlerin başarısıdır. Bilime inanmayı hurafe sayan kendinden menkul zevata da dahil bütün insanlık bu gelişmelerden payına düşeni almaktadır.
Tek başına zekâ, bilim adamı olmak için yeterli değildir. Bilimsel verilerin sıkı düzeni içinde belki binlerce deney, araştırma ile istenen sonuca ulaşılabilmektedir. Disiplinli çalışma bilimin esasıdır.
********
Spor için birçok tanımı yapılabilir. Ama en basit şekliyle, spor disiplindir, diyebiliriz. Sadece antrenman yapabilmek bile, ciddi bir kararlılık ve neredeyse askeri bir disiplin gerekir.
Bir hareketin kusursuz yapılabilmesi için yaklaşık bir milyon kez tekrar edilmesi gerekir. Buna bir engram denir. Sistemli ve düzenli bir çalışma olmadan engram oluşturmak mümkün değildir.
Uzmanların belirttiğine göre de elit düzeyde yarışacağı düşünülen bir sporcunun 12 yaşında temel spor tekniğini kazanmış olması gerekiyor. Bu nedenle spora başlama yaşı giderek düşmektedir.
Spor, sanat ve bilimde sistem olmadan disiplin olmadan; yani akıl ve çalışma olmadan başarılı olmayı ummak büyük bir yanılsamadır.
15.06.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

su

SUDAN ŞEYLER
Yaşamın suda başladığını öne sürenler, insan vücudundaki tuz oranının denizlerdeki tuz yüzdesiyle benzerliğini kanıt olarak gösterirler. Ancak, bunu bir yana bıraksak da; insan vücudunun yüzde altmış, yetmiş kadarının su olduğu, fizyolojik bir gerçektir. Doğduğunda ve gençliğinde vücudundaki su oranı daha yüksek olan insanın yaşla beraber su oranı da azalır, bir anlamda kurumaya başlar. Herhangi bir nedenle vücut ağırlığının yüzde onu kadar su kaybeden insan yüksek ölüm riski taşır. Velhasıl, su yaşamdır!
İnsanın su ile ilişkisinin destanlara, din kitaplarına, fallara ve hayatın her alanına sızmasından daha doğal ne olabilir ki? İnsan için suyun bin bir türlü hali vardır. Yüzmek, ya da suyun içinde olmak bu şeraitlerden sadece biridir.
******
Efsaneye göre altın postun peşindeki Herkül Gemlik’e kadar gelir. Burada en sevdiği arkadaşı yakışıklı Hylas, Karsak deresinde su perileri tarafından kaçırılır. Mitolojide tanrılarla akraba olanlara boğulmak yakıştırılmaz ama vaka böyle bir vakadır.
Firavunun ordusundan kaçan halkını selamete ulaştırabilmek için Musa peygamberin Kızıl Denizi asasıyla ikiye ayırması gerekmişti. Suların geri gelmesiyle beraber; yüzme öğrenmediğine bin pişman Mısır ordusu tanrının gazabını tatmıştı.
İsa peygamber’in su üzerinde yürümesi bir mucizedir Bu, onun yüzme bilmediğini göstermez. Çünkü peygamber olmanın gereklerinden biri de mucize gösterebilmektir.
Saddam Hüseyin Irak’ta iktidara gelmesinin yıldönümlerinde Fırat nehrini yüzerek geçerdi. Bu onun iktidar mücadelesi sırasında düşmanlarından kaçmak için başvurduğu yolu hatırlatan bir hikâyeye atfen düzenlenirdi. Yüzme bilmesi sayesinde hem canını kurtarabilmiş hem de iktidarı ele geçirmişti. Yazık ki şu anda banyo dışında suyla teması mümkün değil.
Eski Pers imparatorluğunda, yani eski İran da askerlerin yüzme öğrenmesine özel bir önem verilirdi. Antik Yunan uygarlıkları da çocukların eğitiminde yüzmeye yer vermişlerdir.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de yüzme bilmenin önemli bir eğitim olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir.
******
Üç tarafı denizlerle dünyanın en güzel ülkelerinden birinde yaşıyoruz. Buna karşın yüzme eğitiminde ve sporunda başarılı olduğumuz söylenemez. Bu bir tarafa havaların ısınmasıyla beraber gündeme gelen boğulma haberleri neredeyse memleket klasiği halini almıştır.
Haziran ayının ilk günü, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi öğrencisi Mustafa Topal bu sezonun ilk kurbanıydı. Sarıseki çayı kenarında fotoğraf çektirmek isterken ayağı kayarak suya düşen öğrenci, arkadaşlarının çabalarına rağmen boğulmaktan kurtarılamadı.
Hiç olmasın isteriz ama istatistikî olarak bu kadar çok yüzme bilmeyenin olduğu bir toplumda bu kadar çok su kenarı olursa ister istemez matematiğin tanrısal kuralları işliyor.
******
Her ne halse insanoğlu büyüdükçe su korkusu artmaktadır. O nedenle çocukluk çağlarında yüzme öğrenmek daha kolay ve daha eğlencelidir. Çocuklar için su büyük bir eğlence ve neşe kaynağıdır. Bilinçli eğitimcilerin elinde yüzme öğrenen çocuklar, ömür boyu yapabilecekleri bir sporun tekniğini kazanmış olurlar. En önemlisi de bazen yaşama tutunmanın tek yolu yüzme bilmek olabilir.
Ünlü spor uzmanı Gaisl, çocukların spora başlarken yüzme, jimnastik ve paten yapmalarının fiziksel gelişimlerini olumlu etkileyeceğini belirtir.
Önümüzdeki hafta sonu okullar kapanıyor. Başta Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü olmak üzere şehrimizdeki birçok kurum ve kulüp yaz spor okulları açılmaya hazırlanıyor.
Çocuklarımıza yüzme öğretmek için bu fırsatlar değerlendirilmelidir.

08.01.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

din-dar

ÇEŞİTLİLİK VE HOŞGÖRÜ

Geçen hafta Bağdat yakınlarındaki Saidiya bölgesinde, Irak Milli Tenis Takımı’nın antrenörü ve iki oyuncusu kısa şort giydikleri gerekçesiyle öldürüldüler. Malumunuzdur Irak, “bütün tersanelerine girilmiş ve neredeyse bütün kaleleri zapt edilmiş” işgal altında bir ülke. İşgal güçleriyle ölüm maçı yapmaya dübükleri yetmeyen “dinci teröristler” elinde tenis raketi olan Iraklı sporcuları, kafalarına kurşun sıkarak öldürüyorlar.
Bu tip megaloman ideolojilerin sahipleri herkesin kendileri gibi düşünmesini, kendileri gibi yemek yemesini, kendileri gibi içmesini, kendileri gibi taharetlenmesini, kendileri gibi giyinmesini isterler. Çeşitliliği kendi varlıklarına karşı en büyük tehdit olarak algılarlar. Bu nedenle ibreti âlem için “çeşitleri” katli vacip sayarlar.
******
Komşumuz İran’da kadınların televizyondan maç seyretmeleri günah mıdır; bunu bilmiyoruz. Ama İran’da kadınların stadyuma girmeleri yasak! Kadınların durumuna acınan Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın “hiç olmazsa önemli milli maçlarda stadyumlara girsinler, canım” diyerek; bir ara yol bulma çabası bile kar etmedi.
Şeriat hükümleri ile yönetilen ülkedeki milli mutabakat, “cumhurbaşkanının zafiyet gösterdiğini” öne sürerek, yasağı devam ettirdi.
Neden? Çünkü erkeklerle dolu tek tip stadyumda kadınlar tehlikeli bir “çeşitlilik” yaratırlar. Çeşitliliğin denetimi zordur.
******
UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde yer alan Afganistan’da ki tarihi Buda heykellerinin topçu ateşiyle yok edilmeye çalışıldığını televizyonlardan izlemiştik.
Bu “onuru” üstlenen dinci kisveli terörün başlıca geçim yolunun savaş sanayi ve uyuşturucu ticareti olduğu da bütün dünyanın bildiği bir şey. Boğazlarına kadar kan ve uyuşturucuya bulaşmış ama kendi kutsiyetlerinden başka bir şeye inanmayan bu dallamalara göre binlerce yıllık bu tarihi yapılar, tehlikeli “çeşitliliğin” ispatıydı; yok edilmeliydi.
Neden? Çünkü çeşitlilik, hoşgörü demektir. Bu ise, bağnaz benliklerini tehdit eden, kabul edilemez bir şeydir.
******
Bütün bunları ve benzeri birçok olayı her gün izler hale geldiğimiz bir dünya da yatıp kalkıp halimize şükretmeliyiz mi acaba? Haklı olarak, Türkiye de sportif çeşitliliğin yeterince gelişmediğinden, spor altyapımızın yetersizliğinden v.b yakınır dururuz. Bazen kat ettiğimiz aşamayı hatta değişik spor branşlarındaki başarılarımızı görmezden geliriz.
Oysa bunları en küçük ayrıntıyla bilmek, anlamak hem sporumuz hem geleceğimiz için son derece önemlidir. Çünkü bu başarıların arkasındaki ruh Türkiye’nin geleceğidir.
Şimdi anlatacağımız hikâyenin kahramanı Mine Karakullukçu, bowling milli takımının 49 yaşındaki oyuncusudur. Yıllarca ülkesine hizmet ettikten sonra emekli olan Mine Hanım, ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaşmış. Bu sırada kocasının ısrarıyla, moral kazanmak amacıyla bowling oynamaya başlamış. Kısa sürede Türkiye yarışmalarında başarılı olacak kadar ustalaşmış. Bowlinge başladıktan üç yılın sonra milli takıma seçilme başarısını göstermiş.
2005 Uluslar arası Bowling Akdeniz kupasında üçüncülüğü kazanan Türk milli takımının oyuncularından biri Mine Karakullukçu’dur.
******
Doğanın zenginliğinin göstergesi nasıl biyolojik çeşitlilik ise toplumsal yaşamımızın zenginliği de kültürel çeşitliliktir. Cumhuriyeti zenginliğimiz olarak fark etmemiz için biraz çevremize bakmamız yeterlidir.
31.05.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

uçmak

HAZERFEN’İN ÖZGÜR RUHU

Geçtiğimiz aylarda Bursalı bir grup gencin yamaç paraşütü takımı kurduklarını öğrenmiş ve sevinmiştik. Sporcular çeşitli basın kuruluşlarına yaptıkları açıklamalarda birçok şey söylediler ama kendilerine yakıştırdıkları “Stratus Team” ne demek onu açıklamadılar.
Bursalı paraşütçü gençler havacılık yarışmalarına katılmayı hedefliyorlar. “Stratus Team” adı daha çok bir Anglosakson takımını çağrıştırıyor. Sporcular umarız en azından o dili konuşan ulusların takdirini kazanırlar. Düşünsenize bir Türkün “stratus team” diye tezahürat yaptığını; zavallının dilini eşek arısı sokmuş kadar olmaz mı?
Bu genç insanların spor yapmaktan başka bir kastları olmadığını elbette biliyoruz. İngilizce (dil) bilmeyenin bilim adamı olmasının mümkün olmadığı, ticari yaşamının neredeyse yabancı dillerle sürdürüldüğü, bankaların İngilizce yazıştığı bir ülkede, ne olmasını beklerdiniz? Geçenlerde gazetelere yansıyan bir habere göre Türkiye’deki bankalarının İngilizce yazışmasını eleştiren BBDK başkanı Tevfik Bilgin, “bankaların İngilizce yazılarını yırtıyorum. Madem bu ülkede çalışıyorsunuz, bu ülkenin dilini kullanacaksınız” diye tepkisini dile getirdi. (19 Mayıs, Milliyet)
*****
Neyse, biz yamaç paraşütüne dönelim. Bu spor havacılık branşları içinde en kolay ve en yaygın olarak yapılanı sayılıyor. Fransızların parapente, İngilizlerin paragliding dedikleri şey Türkçede “yamaç paraşütü” olarak yer bulmuştur. 1940’lı yıllardan başlayarak geliştirilmeye çalışılan bu spor nihayet 1980’li yıllarda olgunluğa ulaştırılabilmiştir. Giderek de daha kaliteli ve nitelikli malzemelerle güvenliği artırılmıştır.
THK ve ODTÜ, Hacettepe, Anadolu Üniversitesi, gibi çeşitli kurumlar yamaç paraşütü eğitimi vermektedir. Genellikle 3–5 günlük teorik ve pratik eğitimler sonrasında uçuş yapılabiliyor. Başlangıçta 30–40 m. yükseklikteki tepelerden başlanan kısa uçuşlar giderek uzun mesafeli paraşüt seyahatlerine dönüşüyor. Turizm amaçlı olarak 1990’lı yıllarda Fethiye Ölü denizde yapılmaya başlandı. Hala da yoğun ilgi görmektedir.
Ülkemizde kırka yakın havacılık topluluğu yamaç paraşütü yapmaktadır. “Uluslar arası Yamaç Paraşütü Federasyonunun” Türkiye’deki temsilciliğini THK yapmaktadır. Bu sporun federasyonu henüz oluşmamasına karşılık; “federasyonumu istiyorum” kampanyaları başlatılmıştır. “Türkiye Yamaçparaşütü ve Yelkenkanat Federasyonu” amblemi de oluşturulmuş olarak gün sayıyor görünmektedir. İnternette www.yamacparasutu.net adresinden ayrıntılı bilgi edinilebilir.
Bursa, ilk yamaç paraşütçülerini 1990’lı yıllarda Uludağ’da izledi. Özellikle kış aylarında açık havalarda ODTÜ öğrencileri Murat Tüzün öncülüğünde Fatintepeden Beceren pistine ya da Kuşaklı kayadan Mandıraya uçuşlar yapılmıştır. Aynı yıllarda Demirtaş Çim kayağı tesislerinde yamaç paraşütü antrenmanı yapan gruplar görülmeye başlandı.
Anlaşıldığına göre zaman içinde yamaç paraşütü Bursalı gençlerin ilgisini çekmeye başlamıştır. Bursa coğrafi konumu gereği Uludağ’ı, Katır dağı ve onlarca tepesiyle bu sporun tam da yeridir.
*****
Havacılıktan, uçmaktan söz edip de Hazerfen Çelebi’yi anmamak olmaz. Kendi tasarısı yelken kanatlarla Galata Kulesinden uçan bu “çılgın Türk’ü” belli ki yeterince anlamamışız. Bu toprağın, bu kültürün has insanı olan Hazerfen; padişaha rağmen ve kafasının kesilmesi pahasına uçuşunu gerçekleştirmiştir. Muhtemelen onu dehşetle izleyen egemenler, vahşi bir içgüdüyle gelecekte var olamayacaklarını fark ettiler. O özgür ruhu bu kıskançlıkla katlettiler.
Bursalı yamaç paraşütçüleri kendilerine yakıştırdıkları “stratus team” yerine aynı özgür ruhu taşıdıkları Hazerfen adıyla özdeşseler daha iyi olmazmıydı?
25.05.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

futbolun dini imanı yok

İNSANIZ, OYUNU SEVERİZ
Denizlili imam Ali Sürücüoğlu Cuma hutbesinde şöyle dua ettirmiş: “Allah’tan niyaz ediyoruz ki Denizlisporlu futbolcular Pazar günkü maçtan alınlarının akıyla çıksınlar. Fenerbahçe de şampiyon olsun. Yarabbi bu zorunlu müsabakada futbolcu kardeşlerimizi başarılı kıl. Âmin” (İHA)
Sonuçta, Fenerbahçeli imamın olmayacak duaya âmin dedirttiği ortaya çıktı. Galatasaray şampiyon oldu. En kutsi duygularla gidilen ibadethanelerde “top duası” yapmanın neresi doğru diye düşünenlere diyeceğimiz bir şey olamaz. Ama anlıyoruz ki futbolun büyülü ateşi herkes gibi din görevlilerini de sarıp sarmalarken meslek ayrımı yapmıyor.
* * * *
Hakikaten dünya değişiyor ve spor bu değişimde önemli işlevler görüyor. Kırklı yaşlarında olanlar bilirler, eskiden Anadolu kasabalarında çocukların top oynamasına iyi gözle bakılmazdı. En hafifinden haylazlık sayılırdı. Daha ileri gidenler, futbolu “peygamber kafasıyla oynanan bir kâfir oyunu” olarak lanetlerlerdi. Hepsinden kötüsü ise bu temelsiz inançlarla suçlanan çelimsiz palelerin, suçluluk duygusuyla uykuları bölünürdü. Düşlerinde o top oynayan bacakları yanar, o neşeyle zıplayan top nasıl da bir canavara dönüşürdü.
* * * *
O gün, çırpı bacaklı çocukları cehennem ateşiyle korkutanlar; nerden bilebilirlerdi ki ilerdeki bir zamanda futbol, bütün dünyada ve Türkiye’de baş tacı edilecek? Din görevlilerinin turnuvalar düzenleyeceğini, şampiyonluk ödülünün umre olacağını, papazlarla yapılan dostluk maçlarında hahamların hakemlik yapacağını ve hatta futbol için camilerde hutbe okutulacağını; kim bilebilirdi ki? Yakın zamanda ajanslara düşen, gazetelerde okunan haberlerin bazıları şöyle:
İmama kırmızı kart: Darıca Gençler Birliği ile Yalova maçında sürekli rakibe ve hakeme küfür eden Kavala Camii imamı Mehmet Ali Kamber stattan çıkarıldı. Maçın ardından her iki takımın yöneticileri ve sporcuları birbirine girdi. Polis cop kullanarak olayları yatıştırdı. (Şubat 2006)
Şampiyonluk ödülü umre: 30 ilçedeki din görevlilerinin katıldığı İstanbul müftülükleri arasında futbol karşılaşmaları düzenlendi. Geçen yıl Üsküdar müftülüğünün kazandığı turnuvada bu yıl da şampiyon olan takım “umre ” kazanacak. Bağcılar- Sarıyer müftülükleri arasındaki mücadelede oldukça sert bir oyun sergileyen vaiz, oyundan alınmasına kızarak olay çıkardı. (16 Mart 2006)
Rahipler imamları 6–4 yendi: Almanya’nın Köln şehrinde Türk İslam birliği adlı kuruluşun düzenlediği futbol turnuvasında papazlarla imamlar karşılaştı. Din adamlarının birbirlerini tanıması ve bilgi alışverişinde bulunulması amacıyla yapılan maç papazların 6-4’lük üstünlüğüyle sonuçlandı. (02.Mayıs.2006)
Hahamların yönettiği maçta papazlarla imamlar karşılaştı: Almanya’nın başşehri Berlin’de Protestan kilisesi ile İngiltere büyükelçiliği, din adamları arasında bir turnuva düzenledi. Rahip Christopher Jaege-Bowler “dinler arası bir diyalogun oluşması için futbol maçlar organize ettiklerini, dostluklar kurulmasını hedeflediklerini” açıkladı. Haham hakem üçlüsünün yönettiği maçta imamlar 12 gol yerken ancak bir gol atabildiler. ( 07.Mayıs.2006)
* * * *
Spor yapmanın, oyun oynamanın insanı saflaştıran, temizleyen bir yanı vardır. Bu insani etkinlikte herkes biraz birbirine benzer. Çaba harcar, ter döker, sevinir, arkadaşlarıyla dayanışır, rakibini avlar, mızıkçılık yapar, olmayacak şeyler tasarlar, kendi isteği olsun diye dua eder, canı yanar, küfür eder, bazen rakibine sert davrandığını düşünür, bazen onu öldürmeyi düşünür. Sonuçta insan çocukluğundaki oyun arkadaşını yeniden arar. Ona karşı duyduğu karmaşık duyguların yanında hep bir kardeşçe sevecenlik ve saygı vardır. Sporun insanları birleştirmesindeki tüm sihir de zaten buradadır.
18.05.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

29 Oca 2011

guinnesin dandik kuralı

VAKA’YI GUİNNESS
Belki çoğu bilmez Milli trap sporcumuz Dr. Alp Kızılsu’nun spor yaşamı yüzme ile başlamış; 3 yıl milli takımda yarıştıktan sonra atıcılık sporuna başlamıştır. O gün bu gündür; 28 yıl atıcılık milli takımının değişmez elemanı olmuştur. İki farklı dal da ise tam 31 yıl milli formayı taşımıştır. Bu sürede Balkan şampiyonlukları, Avrupa şampiyonlukları, Dünya rekoru dâhil birçok başarıya imza atmıştır. Alp Kızılsu’nun bir diğer özelliği de atıcılığa başladığından beri trap atıcılık Türkiye rekorunu elinde tutmasıdır. Bu inanılmaz bir başarıdır.
Siz olsanız acaba düşünmez misiniz, “dünyada böyle özelliklere sahip kaç sporcu var?” diye. Doğrusu onu tanıyan arkadaşları olarak bizler düşündük. Bununla da yetinmeyip “acaba meşhur Guiness rekorlar kitabına girer mi?” diye de heveslendik.
Küçük bir inceleme yaptığımızda Türkiye’den Guinness kitabına giren 18 rekordan dördünün sporla ilgili olduğunu gördük. Halil Mutlu ve Naim Süleymanoğlu’nun rekorları ile en uzun süren yarış dalında Kırkpınar, Dünya kupasında Hakan Şükür’ün G. Kore’ye en kısa sürede attığı gol var. Diğerleri şöyle: Türk halkı ağırlığının üç katı kadar ekmeği bir ayda tüketiyor. Artvinli Mehmet Özyürek’in 8,8 cm. uzunluğunda bir burnu var. Vesaire, vesaire…
Araştırdık, soruşturduk 0212. 285 66.88 numaralı telefona ulaşarak ne yapmamız gerektiğini sorduk. Guiness Türkiye temsilcisi Prof. Orhan Kural’ın sekreteri olduğunu öğrendiğimiz kişinin söylediği gibi kural@itu.edu.tr adresine yazılı başvuru yaptık. Bu sözünü ettiğimiz şeylerin, yaklaşık 1 yıl önce gerçekleştiğini de belirtelim.
E, sonra ne oldu? Diyeceksiniz. Hiçbir şey olmadı. Çünkü o gün bugündür; hala bir cevap verilmedi. Biz tam meseleyi unutuyorduk ki gündeme Guinness’in “teke zortlatması faciası” düştü! Mazi, kendini hatırlattı; bize de hatırlamak düştü.
****
Burdurluların başına gelenlere bakılırsa Guinness temsilciliğinin bize cevap vermemesi belki hayırlı bile olmuş. Gazetelere yansıyan tartışmalar bu temsilciliğin Burdur’da bir “teke zortlatması faciasına” yol açtığını göstermektedir.
Peki, teke zortlatması nedir ve ne olmuş ta faciaya dönüşmüş? Diyeceksiniz.
Burdur, Muğla ve Antalya illerinin bulunduğu coğrafya “teke yarımadası” olarak da bilinir. Bölgedeki Batı Toros dağlarının yaban hayatına dağ keçileri damgasını vurmuştur. Eylül-ekim aylarında kızışan keçilerin çiftleşme seremonisi yöre halkı tarafından “teke zortlatması” olarak isimlendirilir. Erkek keçilerin acımasız kavgaları, soylarını sürdürme mücadeleleri büyüleyicidir. Yöre de teke zortlatması adıyla oynanan; bereketin, yaşam sevincinin ve mizahın harmanlandığı bir folklor vardır.
İşte Burdurlular yörenin sevilen bu oyunu ile bir rekor denemesi için valilik kanalıyla Guinness’e yani Prof. Kural’a başvurmuşlar. Hocada olur, demiş. Valilik önderliğinde bütün şehir bir teke zortlatması seferberliği başlatmış. Nihayet, geçen yılın (2005) 26 Eylülünde bütün ekip şehir stadyumunda toplanmış. Sümer Ezgü’nün seslendirdiği “hadi gali sen de gel” türküsü eşliğinde tam 20 bin 328 kişi beş dakika süreyle teke zortlatması oynayarak güya daha önce Çin’de denenen bir rekoru kırmaya çalışılmışlar.
Güya diyoruz çünkü aradan geçen 6 ay süresince Burdurlular rekorun tescilini boşuna beklemişler. Sonunda “balçıkla sıvanamayan” gerçek ortaya çıkmış. Çünkü Çin de benzeri bir rekor olmadığı gibi en kalabalık folklor gösterisi diye bir kategori de yokmuş.
Bir şehrin mülki erkânını, milletvekillerini, sivil toplum temsilcilerini ve 20.328 yurttaşını “teke zortlatması” etrafında birleştiren rekor kırma ümidi bir anda drama dönüşüvermiş. Haklı olarak Burdur Valisi Can Direkçi küplere binmiş. Herkes aldatıldığını düşünmüş. Guinness Türkiye temsilcisi Prof. Kural ise kendisini gayri ciddi olmakla suçlayan tekezedelere karşı şöyle savunmuş: “yahu, ben böyle bir kategori olmadığını baştan beri biliyordum ama öylesine şevkle çalışıyordunuz ki, neşenizi bozmak istemedim”
****
Bu olanları okuyunca Burdurlular adına üzüldük, tabi. Ama bir yıl önceki başvurumuzu da hatırladık. Bize cevap verilmediğini bile unutmuşuz. Tuttuk, üç dört gün önce aynı adrese bir yıl önceki başvurumuzu hatırlatarak, bize göre Milli sporcumuz Alp Kızılsu’nun bir rekoru olduğunu yineledik. İnanmayacaksınız, hemen ertesi gün telefonla aradılar. Orhan beyin sekreteri olduğunu söyleyen beyefendi, birçok önü arkası olmayan laftan sonra “olabilir” dedi. Ama İstanbul’da yüz yüze görüşmek gerekiyormuş. Allahallah! Niye acaba? Hani şimdi şu teke zortlatması faciasını bilmesek; İstanbul şurası gidelim bakalım, ne isterler diyecek insan ama… Ama Alp Kızılsu, zaten sporumuzun parlayan yıldızı tescile ne gerek var?
11.05.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

anatomi

ANATOMİNİN MAHREM DURUŞU

Geçen hafta Avrupa’nın bulvar gazeteleri Alman başbakanı Angela Merker yüzünden birbirine girdiler. Anlaşıldığına göre; İngiliz “Sun” gazetesi Alman başbakanı Bayan Merker’in poposunun göründüğü bir fotoğrafını yayınlamış. Bunun üzerine belki yüz binlerce çıplak kadın resmi yayınlayan Alman bulvar gazetesi “Bild”, Şansölye Merker’in geri savunmasını üstlenmiş.
Bild gazetesi F.J.Wagner imzasıyla başbakanın mabadını şöyle savunmuş: “Utanın. Benim şansölyemin arka tarafı sizin Londra’da viskiyle şişmiş popo suratınızdan daha sempatiktir. Benim için şansölyemin kafası önemlidir. O fizik doktorudur. Siz daha Einstein’in kim olduğunu bilmiyorsunuz. Anlayabildiğiniz tek dil, futbol dili. Dünya kupasında Sun’daki fotoğraflar için sizi sahalardan sileceğiz. İntikam tatlıdır, sizi ağlatacağız.”
İşte böyle! Girmeye çalıştığımız Avrupa’nın magazin basınında durumu budur! Vallahi, bunların yanında bizim bulvar gazeteleri Henry Miller’in edebi “oğlak dönencesi” ayarındadır.
****
İnsanoğlu hep merak etmiştir; saklı olanı daha çok merak etmiştir
13. yy. İslam hekimlerinden İbn-ün-Nefis “insanoğlu yaratıldığından beri bedenin iç kısmını merak etmiştir.” Demişti. Ancak hep biliyoruz ki söz konusu olan beden ise insanoğlunun bütün ilgisi neredeyse beden üzerinedir.
Günümüzde internet denilen “dişleri bir tamam canavar” tarafından insan vücudunun dışı, içi ve bin bir çeşit halleri gözler önüne serilmiştir. Ne yazık ki yaşadığımız yeniçağ, anatominin mahrem duruşu için şairin sarfettiği “olmaz ki / böyle de yatılmaz ki” dizelerindeki mahcubiyeti katbekat aşmıştır.
İnsan vücuduyla ilgili olarak her kültürün kendine özgü bir yaklaşımı vardır. Bazı kültürlerde çıplaklık normale yakın kabul görürken, diğerlerinde tabusal derecede dehşet yaratabilir. Afrika’da kadınların ve erkeklerin yarı çıplak dolaşmaları normalken; bu hal Irak’ta kafa kesmek için iyi bir neden olarak algılanabilir.
****
Anatomi sporun, sanatın ve bilimin ortak paydasıdır.
Anatome, yunanca “kesmek” anlamındadır. Canlı varlıkların şekil ve yapılarını inceleyen anatomi temel bir tıp bilimidir. Öte yandan, sanatta ve sporda insan vücudu hep önde gelen imgedir.
Antik olimpiyatların pagan tanrılar adına yapılması ve sporcuların çıplak olarak yarışmaları nedeniyle Hıristiyanlar tarafından “kâfir törenleri” olarak nitelendirildiği ve yasaklandığı biliniyor. Genel çerçevede bakıldığında bütün tek tanrılı dinler insan vücudunun örtünmesinden yana telkinde ve hatta zorlamada bulunmuştur.
Yükselen Hıristiyanlığa rağmen çok tanrılı pagan dinlerin hâkim olduğu bir merkez durumundaki kütüphanesiyle ünlü İskenderiye de insan anatomisi üzerine çalışmaların yapıldığı da biliniyor. İçinde 900 bin cilt el yazması eser olduğu tahmin edilen efsanevi kütüphane bir anlamda anatomiye olan merak yüzünden yakılmış yıkılmış; yok edilmiştir. Sonuçta İskenderiye’nin kâfirlik diye nitelenen eski dinin merkezi olması ve anatomi v.b gibi alanlarda yapılan çalışmalar nedeniyle yakılıp yıkıldığı bilinmektedir. Anatomi yüzünden şehirler yıkılmıştır, yani.
5. yüzyılda Sicilya kralı II. Ferdinand’ın idam edilen mahkûmların tıp öğrencilerine kadavra olarak verilmesini emretmesi, anatomi bilimi için önemli bir aşama olmuştur. Papalık makamının kadavralar üzerinde çalışabilme iznini vermesi 1480 yılına rastlar. Ancak modern anatomi biliminin kurulması16. yy da Andreas Vesalius yaptığı çalışmalarla mümkün olabilmiştir.
Evet, ortada bir mabat sorunu var ama bu meselenin sadece başbakan Merker’in M. glutaeus maksimus (popo) kaslarından ibaret olmadığı ortadadır!

27.04.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

topçu

FUTBOL SADECE SPOR DEĞİLDİR

Herkesin sırrına erdiği tek gerçek futbol mu?
Futbolun sadece bir oyun olmadığı, bir spor olmadığı ortadadır. Futbol, sanıldığı gibi sıradan bir vakit geçirme uğraşı değil, ciddi bir iştir. Çünkü futbol asla sadece bir spor değil; muhtemelen spordan çok fazla bir şeydir.
Öyle olmasa günlük gazetelerde futbola ayrılan yerin ekonomi sayfalarından çok olmaması gerekirdi.
Öyle olmasa en ciddi paşaların, devlet adamlarının ve işadamlarının futbolla ilgili demeç verme istekleri olmazdı. Bu muhterem zevatın “televizyonlarda futbol yorumu yapacağım” diye çabalamalarının bir anlamı olmalıdır.
Öyle olmasa asıl mesleği ekonomi ya da şu-bu profesörü olan, sanat tarihçisi, hekim, kabzımal, avukat, sinema-tiyatro oyuncusu ya da eski futbolcu, eski hakem olan yorumcuları ağzımız bir karış açık dinlemezdik.
Enteresandır; futbol doğrudan futboldan bahsedilerek de anlatılan bir şey değildir. Örneğin şu tip konuşmaları futbol programlarında duymuşuzdur: Asabi yorumcu haykırır: “Sen var ya sen, bu düşüncene göre anarşist sayılırsın, anarşist!” Muhatabı olan diğer yorumcu, hafifçe dikilerek cevaplar: “Evet, ben soylu 68 kuşağından sayılırım, senin gibi embesil kuşaktan değilim”
****
Her şeyin üstünde bir şey mi, bu sihirli oyun?
Spor kulüpleri yasalar önünde ayrıcalıklı değildir. Yasalar ülkede yaşayan herkesi gibi çoğu şirket olan bu kulüpleri de bağlar. Ama öyle mi acaba?
Gazeteci Doğan Heper’in (*) yazdığına göre 2002–2003 döneminde vergi kaçırdıkları gerekçesiyle üç büyükler olarak bilinen futbol kulüplerine 12,1 trilyon vergi cezası kesilmiş. Ancak aynı kulüplerin 2003 yılından bugüne kadar denetlenmediği ortaya çıkmış. Özhan Canaydın başkanlığında bir grup kulüp yöneticisi Maliye müsteşarı Hasan Basri Aktan’la görüşme talep etmiş. Müsteşarın başkanlığında bir toplantı düzenlenmiş.
Gazeteci Heper’in belirttiğine göre, kulüplerin talebi oldukça cüretkâr! Kulüpler kendilerinin geçmiş yıllara dönük olarak incelenmemesini istemişler. Konu, “isteyenin bir yüzü kara” yakıştırmasını da aşan bir konu.
****
Otuz kişi için bir stadyum fazla değil mi, gerçekten?
Diğer taraftan stadyumların kulüplere “hediye edilme” süreci yine İstanbul’dan başlamıştır. Toplasanız 22 futbolcu, hadi teknik adamlarla beraber 30 kişi antrenman yapsın, iki haftada bir de maç yapsın diye kamu malı koskoca tesisler hediye ediliyor. Şehirlerde spor yapacak alan bulamayan binlerce gence karşın bütün bir tesisi toplam sayısı 30’u geçmeyen bir grup seçkin futbolcu vatandaşa tahsis etmenin mantığı nedir acaba? Üstelik artık her biri büyük şehirlerin merkezinde kalmış olan bu tesislerin, maç günleri yarattığı trafik keşmekeşi de cabası.
Yani halk kendi malını sadece tribünlerde biletli seyirci olarak mı kullanabilmeli? Bu tesislerin “halkın yararlanacağı sağlık için spor alanlarına” veya “kültür alanlarına” dönüştürülmesinin toplumsal yararlılık açısından çok daha verimli olacağından kuşku yoktur. Ama inanın birçok sporcunun ve spor adamının kendi aralarında seslendirdikleri bu talepler bazıları için kuşku vericidir.
Spor yorumu diye, zülfü yâre dokunmayan teranelerin inandırıcılığı giderek azalmaktadır. Çoğu zaman mızrak çuvala sığmamaktadır. Çünkü şehirde yaşama bilinci geliştikçe spor anlayışı da çeşitlenmekte ve gelişmektedir.
*Kaynak: Milliyet Gazetesi,16.03.2006

20.04.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

içgüdü

BÜTÜN SPORLARIN ANASI, AVCILIK
Şimdi bazıları “bu da nereden çıktı, bütün sporların anası atletizm değil mi?” diyebilir. Elbette atletizm koşma, atlama, atma gibi temel sportif etkinliklerle ilgilidir. Ama avcılık insanoğlunun varoluşu ve yükselişiyle ilintili olarak, derin köklere sahiptir. İnsanoğlunun serüveninde avcılık bir milyon yıl boyunca var olmuştur. Toplayıcı-avcı paleolitik çağ insanı avcılıkla hayatta kalmıştır.
İnsanın genlerine kazınmış bu avcılık dürtüsünü bir yazar (Ortega Gasset Jose) şöyle anlatır: “Avın bol olduğu dönemi anlatan kitapları okuyan her avcı, içinde uyuyan yaban hayvanının dişlerinin gıcırdadığını, ağzının sulandığını hisseder.”
Avcılık insan doğasının mayası olmuştur. Gözü pek bir tür olarak insan her zaman hafif tehlikeli olaylarda yer alma ihtiyacı duymuştur. Bu avcı atalarının riskli yaşamına atfen alt benliğine yerleşmiş bir dürtüdür. İnsanın sakin bir yaşamdan sıkıntı ve tatminsizlik duymasının nedeni bu avcı geçmişidir.
Avlanmanın sınırlarının giderek daralması nedeniyle doğrudan ava yönelemeyen içgüdüler av yerine geçen sporlara yönelmiştir. Bugün sportif etkinlik dediğimiz şey de simgesel avcılık edimlerinden başka bir şey değildir. Yine de avcılığı yalın şekliyle sürdürmenin temelinde çok eski arkaik dönemlerin bilinçaltı özlemi vardır.
Günümüz avcılığı, insanın doğayla ilişkisini doğrudan sağlayan bir etkinliktir. İnsan, içindeki avcının kovalama-yakalama dürtülerini “av sporuyla” doyurmaya çalışır. İnsanın doğayla dolaysız bağını sağlayan; heyecan veren, yaşamını anlamlandıran avcılık vazgeçilmez bir tutkuya dönüşmüştür. Ava çıkmak, medeni dünyanın sıkıntılarından kurtulmanın ve bir anlamda özüne dönmenin ifadesidir.
Tipik bir takım oyununda ilkel avcılığın tüm unsurlarına rastlamak mümkündür: Grubun işbirliği, planlama ve hazırlık, özel araç-gereç kullanma, strateji ve taktik geliştirme, kovalama ve isabet ettirme, kabileye özgü renk ve amblemler kullanma, kahramanlık ve kurnazlık gösterme, hile ve tuzaktan yararlanma, kaza ve yaralanma riski taşıma…
Bu unsurları örneğin bir futbol maçında her yönüyle izlemek mümkündür. Futbol diğer spor karşılaşmalarından daha çok ilkel av unsurlarını taşır. Futbol gerçekte bir avlanma törenidir. Kale, avlanan hayvandır. Futbolcu nişan alarak, oraya atış yapar. Zaten spikerlerin gol olunca çok severek kullandıkları bir deyimdir “kalecinin avlandığını” söylemek. Yine futbolda aynı avlanmada olduğu gibi sonucu önceden tahmin etmek güçtür.
Sporlar içinde nişan almayı her şeyden önde tutan okçuluk, dart atma, silahla atıcılık, bilardo, bowling, tenis, basketbol gibi sporlarda vardır. Avcılığın diğer temel unsuru olan kovalamacayı içeren sporlar ise, atletizmin koşu kategorisi içindedir. Kış sporları içinde yer alan kayaklı koşu ve tüfekle vurmayı içeren biatlon avcılığın birebir izdüşümüdür.
Anlaşılacağı üzere avcılık dürtülerimiz farkına varmadığımız bir tarzda sporda yüceltilmiştir. Spor yaparken yani oynarken bile takındığımız ciddi tavır ya da bir spor karşılaşmasını seyrederken aldığımız haz, avcı köklerimizle bağlantılıdır. Spordaki rekabetin kolayca şiddete dönüşmesinde bu ilkel dürtülerimizin payının olmadığı söylenemez. Ancak aynı spor, kamil (kalos kalgalos) insanın yaratılmasında etkili bir eğitim aracıdır. Bu anlamda spor içgüdülerimizle insanlığımızın bir çekişme alanıdır. Kişisel tercihimiz ise elbette insanlaşma tarafında olmalıdır.
14.04.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

doğanın dili

KIŞ SPORLARI VE ÇIĞ

başımızın tacı dağlarımız var
dünyanın en lezzetli balıklarının kuyruk oynattığı denizlerimiz
anamız avradımız olan ovalarımız
altında düğün dernek kurduğumuz bir de güzel gök kubbemiz var ki
değmeyin
değmeyin keyfimize gitsin
****
Geçen gün Bursanın Sesi’nde haber edilen derelerin kirletilmesi, ovalarımızın sanayie ve yerleşime açılması, denizlerimizin korumasızlığı ve daha bir dolu olumsuzluklar çevre felaketleridir.
Bununla beraber insanlar için “doğal felaket” olarak nitelenen doğanın döngüsel süreçleri vardır. Türkiye’nin zengin doğası ve coğrafyası deprem, sel, çığ gibi birçok devinimi içinde barındırır. Bu bir anlamda “malı mülkü çok olanın başı daha çok ağınır” özdeyişinin somuta yansımasıdır.
Bunlardan biri olan çığ, dağcılar, kayakçıları ve diğer doğa sporcuları için zaman zaman tehlike oluşturur. Dağ turizminin çok yaygın olduğu Alplerde dağ kazalarının yaklaşık % 4’ü çığlar nedeniyle gerçekleşmektedir.
****
Ülkemizde çığların % 90’ı Ocak, Şubat ve Mart aylarında oluşmaktadır. İşte daha birkaç gün önce Palandökende Ukraynalı turist Suitlana Zoabiyakçi çığ düşmesi sonucu kayboldu, halen aranıyor. Aynı yerde 1996 yılı aralık ayının son günlerinde Erzurum Kayak Kulübünün 6 gencecik sporcusu yine çığ düşmesi sonucu ebediyete intikal etmişlerdi.
Bir doğal afet olarak çığlara karşı önlem almak kış turizm işletmelerinin görevidir. Bununla beraber özellikle dağcıların ve kayakçıların çığı tanıması önemlidir.
Dağın coğrafi yapısı, kar yağışının hızı, şekli ve niteliğine bağlı olarak diğer koşullarda oluştuğunda çığlar kopabilir. Çoğu zaman ses ya da depremler çığ oluşumunu tetikler.
Çığlar oluşumlarına ve karın niteliğine göre sınıflandırılır. Toz çığ, en sık rastlanan tiptir. Saatte 40 km. kadar süratlenebilir. Önünde yarattığı hava basıncı tahribat artırıcıdır. Tabaka çığ, sert ve ezilmiş karın titreşimlerle kaymasıyla oluşur. Tahmin edilmesi en zor tipidir. Ağır kar çığı ise kış sonunda ilkbaharda ağır kar kütlelerinin hareketlenmesiyle gerçekleşir.
****
Çığlardan korunmak mümkündür.
Dağların çığ bölgeleri genellikle bilinir. Bazen bu bölgelere atılan ses bombalarıyla çığ kontrol altında koparılır. Uluslar arası çığ bölgesi işareti olan sarı-siyah kareli bayraklarla bölge işaretlenir. Karlı bölgelerde yürüyüşlerde sırt bölgeleri tercih edilir. Dağcılar karda yürüyüşlerini sabah erken saatlerde veya akşama doğru yaparlar.
Çığa yakalanma durumunda, aşağıya doğru değil yana doğru kaçılır. Elde bulunan baton, buz baltası v.b malzemeler yaralanmalara neden olmaması için hemen atılır. Toz çığın üstünde kalınırsa sırtüstü ayaklar aşağıda olacak şekilde “yüzmeye” çalışılır. Çığ ölümleri genellikle boğulmayla gerçekleşir. Kara gömülmeden önce derin bir nefes alarak göğüs kafesi şişirilir. Kollar ve eller yüz önünde tutularak solunum boşluğu oluşturulur. Çığ altındaki kazazede eğer hareket edebilme imkanı bulursa bulunduğu yeri genişletir. Yön tayini sağlayarak dışarı çıkmaya çalışır. Ancak ağır ıslak çığlarda altta kalındığında yaşam şansı çok azdır.
Doğanın normal yaşamı içindeki çığ, deprem, sel, fırtına insanlar için gerçek bir “felaket” olabilir. Ancak, unutmamalıyız; akılla sağlanacak uyum, sevgiyle korunacak bu coğrafya, bu doğa bizim...
04.01.2006 / BURSANIN SESİ GAZETESİ

28 Oca 2011

ya, ya, ya...

KELKİT ÇAYINA OTOBÜS UÇTU
Bu yılın en hazin trafik kazasıydı. 9 Mart tarihinde Van a gitmekte olan otobüsün Niksar yakınlarında Kelkit çayına uçmasıyla 34 yolcu yaşamını yitirmişti.
Yaralılardan biri olan Vahdet Kaya’nın TV ekranlarından yansıyan konuşması ise bir kara mizah örneğiydi. Olayı aynen söyle anlatıyordu “Önde oturuyordum. Şoförün aracı kontrol edemediğini fark ettim. Seslendim cevap vermedi. Sanırsam ya uyuyordu ya da kalbi durmuştu. Panik olmasın diye sesimi çıkarmadım. Sonra araba bir sarsıldı bir şeye çarptı ben elimle yüzümü şöyle kapadım. Bir ara elimi şöyle açtım baktım baş aşağı dereye uçuyorduk. Korktum, elimi tekrar kapadım.”
İşte böyle; panik olmasın diye uyarı yapmayan vatandaşımız; aşağıya doğru uçarken de önlem olarak gözlerini kapatmış! Ve Allahtan hayatta kalmış.
Kara mizah örneği de olsa böyle bir olayı hatırlayıp ardından ne anlatırsanız anlatın sayın vatandaş Vahdet Kaya’nın hayatta kalma tekniğine takılır kalırsınız.
Hadi bu neyse ne de biraz sonra Bursaspordan söz edeceğiz diye “takım baş aşağı gidiyor, bunu da kimse görmüyor” girizgâhı yaptığımız sanılmasın.
Hep dediğimiz gibi bu takıma şehir güveniyor. Bursasapor da her kademesiyle elinden gelenin en iyisini yapıyor. Yani açık ara önde bir takımın arada bir keseden yemesi “hakkıdır” diye düşünüyoruz.
Bursaspor, İstanbul Büyükşehir Belediyespor maçına “süper lige merhaba” kampanyasıyla çıkarma yaptı. Sekiz bin Bursaspor taraftarı “aleykümselam” cevabıyla karşılaşınca kendini kötü hissetti. Hani, merhaba dersiniz de size hatırlatma ve uyarı kokan bir “aleykümselam” döner ya birazda öyle oldu sanki. Yenilmedik ama 1-1 kesmedi, tabi.
Homurdananlar oldu. Belki de haklılar. Takımın bu kadar büyük gerilim altında günlerde “erken bayram” provaları yapmak ne kadar doğru acaba? Aşırı motivasyon bazen yetersiz motivasyon gibi takımı oyundan düşürebiliyor. Bizce bundan böyle takımla ilgili her detay hocanın ve teknik ekibin sorumluluğuna bırakılmalıdır.
Bu maçla bir şeyi daha anladık; İstanbul Bursa seyircisini özlemiş. Vapurlarda dalgalanan yeşil-beyaz bayraklar belli ki ulusal basını da heyecanlandırmış. Taraftarlarımıza bir sürü övgü düzdüler. Umarız şu “şiddetin önlenmesi projesi” de başarılı olur da örnek taraftarlar olarak övgüler almayı sürdürürüz.
İnanıyoruz ki, Bursaspor otobüsü süper lige belki de zamanından önce ulaşacaktır. Ama daha hedefe ulaşmadan fütursuzca çalınan kornalar en çok takımın kulağını tırmalamaktadır. Uzmanlarında belirttiği gibi şehirlerdeki stresin başlıca kaynağı olan gürültü, insan sağlığını olumsuz etkilemektedir.

07.04.2006

plasti lastik cim-nas-tik

ÇİRKİN KRAL
Tenisi zenginler oynar sanılır. Bütünüyle doğru değil. Birkaç yıldır, torununu tenise getiren bir hanım tanırız. Çok varlıklı insanlar olmadıkları bellidir. Buna karşın dokuz on yaşlarındaki o şirin torun, tenisçilerin giydikleri markalardan giydirilir, markalı aksesuarları takar. Çok da yakışır, şirin kıza. Büyükanne antrenmanları baştan sona pür dikkat izler. Aralarda torununa muzdur, sudur gibi ikmaller yapar, cesaretlendirici sözler sarf eder. Yemeyip yedirilen giymeyip giydirilen torun da sanki bunun farkındadır. Göz kamaştırıcı bir neşe içinde sanki dünyanın bütün oyunlarını o antrenmanda oynuyormuş gibi coşkundur. Bunu izlediğinizde, içiniz ışır ama bir yandan da spor yapamayan çocuklar için hayıflanırsınız.
Spor yapan çocukların daha sağlıklı daha özgüvenli daha başarılı oldukları bilinir. Fiziksel olarak da “güzel bir endama” sahip olacakları beklenir. Sporla, özellikle basketbol oynamakla boyun uzayacağını falan bekleyenler de vardır ki; bu boştur. Gerçekte genetik mirasla yani soyumuzun elverdiği ölçüde kısa ya da uzun oluruz. Bilim böyle diyor. Ama spor yapmak her durumda fiziksel yapıyı daha güçlü kılar ve insan ruhunu güçlendirir.
Sözünü ettiğimiz bu hanımefendiyle bir gün yan yana oturduk. Ben kızımı, o torununu izliyordu. Bir gazete kâğıdına sarılmış simitlerden ikram etti sağ olsun. Bu sırada kırışmış gazete kâğıdındaki çarpıcı bir cümle battı gözümüze: “ bizim ırkımız güzel ırk değildir…” Alalallah! Hanımefendinin izniyle simitleri sabah aldığımız gazetelerin üzerine aktarıp, buruşuk gazeteyi merakla açtık.
Türkiye’nin en tanınmış plastik cerrahları oldukları ilan edilen baba ve oğul ile yapılmış bir gazete röportajı açıldı önümüze. (*) Plastik cerrahinin Hindistan da, uzak doğuda geliştiği bilinir. Bu ülkelerde ceza olarak verilen burun kulak v.b uzuvların kesilmesi ve dilencilik plastik cerrahiyi geliştirmiştir. Ülkemizde de Baba Atilla Oymak ve oğlu Osman Oymak belli ki mesleklerinde oldukça başarılı insanlar olarak öne çıkmışlar.
Baba Atilla Bey şöyle diyor: “ bizim ırkımızın burnu güzel değil, kıçı da yere yakındır. Katiyen uyum yoktur vücutta. Bizim ırkımız güzel ırk değildir. Senin üstün Ayşe Hanım altın Fatma hanımdır.” Oğul Osman Bey ekliyor: “Türk kızları Peru’ya, Meksika’ya, Bolivya’ya gitsin kendilerini iyi hissetmek için, onlar bizden çirkin.” Haydaaa!
Sahada koşturan çocuklara bakıyoruz hepsi dünya güzeli! Yanımızdaki anneanne, biraz Suna Pekuysal’ı andırıyor, öyle sevimli bir yaşlı insan. Yoksa bunlar başka bir “ırkın” ahfadı mı? Gazeteye dönüp bu lafları etme gereğini duyan baba ve oğul cerrahların resimlerine dikkatle bakıyoruz. Yani manavın evinde meyve yenmez derler ya öyle. Görüntülerini yorumlamak bize düşmez ama, Türkçe deki en uygun sıfatla gözümüze “meymenetsiz” görünüyorlar. Hakaret ettikleri Güney Amerikalı halkların dilinde buna ne denir bilmeyiz? Ama ulusal onuru yükselten Bolivya devlet başkanı Evo Morales ya da Uruguay’ın devrimci başkanı Chavez halklarına çirkin diyen bu baba oğlu duymasa iyi olur.
Ulusların bazı ortak fiziksel özellikleri olduğu doğrudur. Ancak güzellik ve çirkinlik izafi kavramlardır. Bunlar hâkim olan kültürlerin yarattıkları değerlerdir. Yani parası olanlar kuralı koyuyor. Diyelim sarı saç mavi göz, şu kilo bu boy gibi sıfatlarla model beliriyor. İkinci adımda ise, şöyle davranmalı böyle yaşamalı özentisiyle yaşam biçimi yani kafaların içi merkezi modele bağlanıyor. Sonra? Plastik cerrahlar bir yandan, kozmetik sanayi bir yandan, moda öte yandan tipler kaydırılıyor. “Onlar” gibi olmayı özendiren bir kültürel kuşatma altında toplumun yaşam biçimi kaydırılıyor. O, artık genetiğine ve kendine yabancı başka bir hayatın figüranı olma yoluna sokulmuştur. Adı, ulus olsa ne olur!
Neyse ki çocuklarını nazar deymesin diye “çirkin” diye seven bu ülke de; sevdiği “çirkinine” krallığı bile az gören bir halk kültürü vardır.
(* ) 4.12.2005 Milliyet /Aslı Çakır röportajı
14.03.2006

germeyin kardeşim

STRESLİ FUTBOLCULAR DAHA ÇOK SAKATLANIYOR

Bursaspor sahasında misafir ettiği Gaziantep B. Belediyespor karşılaşmasında elde ettiği 3-0’lık net skorla şehrimizi taçlandırdı. Ama takım açısından en sevindirici yanı bu maçla beraber lider olmanın ağırlığını taşıyabileceğini göstermesidir. Bu önemli bir aşamadır. Çünkü ancak stresle başa çıkabilme becerisini gösterenler nihai hedefe ulaşabilirler.
Stres, her ne kadar olumsuzluk yaftasını taşıyan bir kavram olarak algılansa da; gelişme için gereklidir. Ancak kontrol edilemez ise birçok olumsuzluğun temelini oluşturabilir. Hastalık ve sakatlıkların çoğu zaman fiziksel ve ruhsal streslere nedeniyle ortaya çıktığı biliniyor.
Bursaspor da, geçen haftalarda olduğu gibi; takımlar bazen spor sakatlıkları nedeniyle bunalıyor. Sakatlıkların sıklığı haklı olarak teknik ekibi zorluyor. Basın ve taraftarlar “Başımızda dolaşan bu musibette ne?” Diye kaygıyla soruyorlar.
Her şey yolunda gibi görünürken birkaç oyuncudan birden mahrum kalmak evdeki hesaba uymuyor. Bursaspor gibi beklentisi yüksek ekiplerde, spor sakatlanmaları nedeniyle biçare kalmak haklı olarak herkesin canını sıkıyor.
Gerçekte başka bir açıdan irdelendiğinde bu durumun pek de sürpriz olmadığı anlaşılıyor. Türkiye Fizyoterapistler Derneği yayın organı olan Fizyoterapi Rehabilitasyon (*) dergisinde yayınlanan bir makalede; aşırı stresli futbolcuların daha sık sakatlandıkları öne sürülmektedir.
Araştırma, Türkiye Profesyonel 2. Futbol Ligi B kategorisindeki bir futbol takımı üzerinde yapılmış. Bir sezon boyunca futbolcuların depresyon ve anksiyete durumlarıyla yani ruhsal gerginlikleriyle, uğradıkları sakatlıklar arasındaki ilişki araştırılmış.
Makaleye göre ruhsal olarak sıkıntılı olan oyuncular, sezon boyunca birden fazla sakatlık geçiriyorlar. Diğer bir dikkate değer sonuç futbolcuların sezon başı ya da sonuna göre sezon ortasında daha çok sakatlanmalarıdır.
Peki, futbolcularda kaygı ve depresyona yol açan nedenler nelerdir? Sporcunun dünya görüşü, sporcu sağlık hizmetlerini yeterince alması, streslerle başa çıkma yeteneği, eğitimi, ailesiyle, arkadaşlarıyla ve antrenörüyle ilişkileri, bir başka takıma transfer olasılığı, maddi olarak tatmin olup olmadığı birçok etken sıralanabilir. Bütün bunlarla beraber takımın hedefleri ve beklentileri sporcuların kaygı ve depresyon katsayılarını belki de birkaç kat artırmaktadır.
Şampiyonluğa mecbur Bursasporlu oyuncuların büyük bir yük altında olduklarına kuşku yoktur. Üstelik de sezonun ortasında olduğumuz düşünülürse; özellikle şu zor maçların oynanacağı üç, dört haftalık dönemde takımın sakatlık yüzdesinin artması mümkün görünmektedir. Velâkin, zaten bu durumu tespit ettiğini düşündüğümüz teknik ekibin gerekli önlemleri aldığına şüphe yoktur.

Kaynak: (*) “Profesyonel Futbolcuların Psikolojik durumlarının Yaralanma Sıklığına Etkileri” Fizyoterapi Rehabilitasyon, Türkiye Fizyoterapistler Derneği yayın organı, Cilt 16, sayı 3, Aralık 2005, Ankara.

04.03.2006

kendini yaratan insan

TUĞBA’YI ÜLKEMİZE KAZANDIRMAK

Tuğba Karademir, aslında Bolu Mengenli bir ailenin 1985 doğumlu kızı. Ankara’da başladığı Kanada da sürdürdüğü buz pateni onu Türkiye’nin ve dünyanın gündemine taşıdı. Bu yıl Torino’da yapılan 20. Kış Olimpiyatlarına artistik patinaj dalında ülkemiz adına katılan ilk sporcu oldu. Ancak onu farklı kılan kariyerinin en iyi derecesini elde ederek, olimpiyat tarihinde buz pateninde serbest programa kalan ilk Türk sporcu unvanını alması oldu.
Halkımızın artistik buz patenini severek izlediği biliniyor. Bu kış olimpiyatların da TRT’nin “prime time” da daha çok bu spor branşına yer vermesi de bunun göstergesidir.
Bu tip koordinatif sporlarda çocukların gerçekten elit sporcu olarak yetişebilmeleri için çok erken yaşlarda spora başlamaları gerekiyor. Paten pistlerine, nitelikli antrenörlere ihtiyaç vardır. Müzik, bale ve sporun iç içe geçtiği artistik buz patenine 5–6 yaşında başlanıyor.
Gerçekte ülkemizin buz pateni altyapısı pek de parlak sayılmaz. Biri Ankara da diğeri İzmit’te olmak üzere iki adet olimpik piste sahibiz. Büyük depremde morg olarak kullanılan İzmit pisti, acı hatıralarımızın fonunda yer almıştır. Bunun dışında büyük şehirlerimizde eğlence amaçlı buz pateni pistleri mevcuttur. Örneğin, Bursa da As Merkezde, Uludağ da Fahri otelde ve Grand otelde bu tip tesisler vardır. Ancak ülke olarak da kent olarak da sporcu sayısı açısından henüz çok yetersiziz. Federasyonu bile sürekli isim ve hacim değiştirmeyi sürdürmektedir. Son olarak uluslara arası federasyonun telkinleriyle buz hokeyini ayırarak, buz sporları federasyonu adını almıştır.
İşte bu koşullarda on yıl önce Ankara’dan Kanada’ya taşınan Tuğba Karademir ve ailesinin tek amaçları vardı: Bu sporu elit düzeyde yapabilmenin koşullarına kavuşmak ve mümkünse en iyi olabilmek!
Evet, kendi kendini keşfeden bir Türk kızı ve erkek egemen kültürde ona sonuna kadar inanan bir ailenin sıra dışı öyküsü, sonuçta hepimizi sevindirdi. Ekranlarda severek izlediğimiz bir spor dalında bizden birinin yarışması hepimizi umutlandırdı.
Buz Sporları Federasyonu başkanı, CNN muhabirine verdiği demeçte; Kanada’da yetişen ve aslında Kanada adına yarışacak olan Tuğba’nın ailesiyle oturup konuştuklarını ve Tuğba’yı ülkemize kazandırmak için çabaladıklarını ve sonuçta bunu başardıklarını açıklıyordu.
Ne diyebiliriz ki!
Bize çok şey kazandıran Tuğba’yı kutluyoruz.

28.02.2006

aslında her şey bir öpücükle başlar di mi?

EL ETEK ÖPME KÜLTÜRÜ

Üniversitelerde “sosyal davranış protokolü” adıyla okutulan bir ders vardır. Günlük yaşam içindeki sivil ve resmi ilişkiler hakkında bilgi verilir. Eski deyimle adabı muaşereti anlatır. Bu derste “el öpmeyle” ilgili şöyle deniyor: “Ülkemizde el öpme, küçüğün büyüğe saygı sunumudur. Ancak resmi ilişkilerde el öpmek doğru değildir.
Kral Fahd’ın yerine tahta çıkan Suudi kralı Abdullah’ın ilk fetvası, “el öpme” üzerineydi. Kral sadece anne ve babaların elinin öpülebileceğini ilan ediyordu.
Tuttuğunu öpmesiyle tanınan eski bakanlardan Hasan Cemal Güzel, internet sitesindeki yazısında “el öpmenin Türk gelenek ve görenekleriyle asla uyuşmadığını” ifade ediyor.
Eski TFF başkanlarından işadamı Abdullah Kiğılı,” ben sadece kendi babamın elini öperim” derken; Levent Bıçakçı ” Ben, hem fiziksel hem menfaat anlamında öpüşmede yetersiz kaldım.” Diyor.
El öpme âdeti toplumumuzda yaygındır. Bayramlarda ve diğer özel günlerde bir saygı ifadesi olarak büyüklerin eli öpülür. Ancak “uygunsuz el öpme biçimleri” yağcılık, çıkarcılık addedilir. Bu anlamda Türkçe deki “el-etek öpme” deyimi başkasının hâkimiyetine kayıtsız şartsız bağlanmak anlamına gelir. Doğal olarak bağımsızlığına düşkün bir toplum el-etek öpmeyi soylu bir davranış olarak algılamaz.
Öte yandan, ne yapalım ki; öpmek fiilinin hem sevgi hem küfür olarak kullanıldığı bir dilin yurttaşlarıyız. Galiba bu öpmek meselesinde ince bir bıçak sırtında yürümeye mahkûmuz.
TFF başkanı Ulusoy, kendi ifadesiyle Türkiye’nin ihracını önlemek için FIFA başkanının elini öpmüş.
Bu olay üzerine başlayan tartışma şu ikilemde sürüyor: Bu nedir, vatan için her şeyi göze almak mı, yoksa yerinden sallanan koltuğu koruma atraksiyonu mu?
Basında işlendiği biçimiyle; FIFA başkanı Sepp Blatter’in elini öptükten sonra kalbinin üzerine bastıran TFF başkanı şöyle demiş, “bizde büyüklerin eli öpülür. Ben de seni baba sayıyorum. Sen istersen İsviçre’de dizinin dibinde oturayım, istersen de İstanbul’da yaşayayım.” (Bizim gibi gidecek başka vatan bilmeyenlerin çok garipsedikleri bir öneri) Bu alışılmadık davranış ve konuşmalar karşısında İsviçreli baba, herhalde küçük dilini yutmuş olmalı. Söylentiye göre çok duygulanmış ve “bunların cezasını indirin”, buyurmuş.
Fakat başkan Ulusoy, Türkiye’ye dönüp de el öpme eylemi ortaya çıkınca şöyle deyiverdi: “vatan için gerekirse el de öperim, etek de” Zürich’deki baba, kendisine gösterilen sevgi gösterisinin bir aldatmaca olduğunu anladığında ne düşündü acaba?
Peki, biz bu gıllıgışlı işten ne anladık?
Kendisi için mübarek olan eli öperek Türkiye’nin 2008 Avrupa kupasından ihracını önlediğini iddia eden başkan, Türk futbolunu yüceltmemiştir.
Koca bir imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti, bir anlamda el etek öpme kültürüne karşı çıkan değerler üzerine kurulmuştur. Kulluktan yurttaşlığa geçişin büyük önderi Mustafa Kemal ne demişti: “Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zaman da ahlaklısını severim.” Bugün spor salonlarını en görünen yerlerinde asılı duran bu sözü söylediğinde yoksul, yoksun fakat onurlu bir ulusa seslendiğini muhakkak biliyordu.

17.02.2006

kurufasulye yiğidi bozar

YENMEK ya da YENİLMEK

Amatör kelimesi, Latince “amor” kökünden yani sevmekten gelir. Anlamı sevgiyle yapılan iştir. Sadece o işi yapmaktan mutluluk duymak, hiçbir çıkar gözetmeden iş görmektir.
Sporun amatörce yapılması gerektiği evrensel bir istektir. Olimpiyat felsefesinin omurgasını amatörlük felsefesi oluşturur.
Türkiye de birçok branş gibi güreş de amatör bir spor dalıdır. Ya da biz hep öyle olduğunu biliyoruz.
Ama bakın, öyle değilmiş!
Amasya Şeker spor Güreş Kulübü başkanı Mahmut Demir öyle olmadığını gösterdi. Türkiye Serbest Güreş Şampiyonasında başarısız olan 11 sporcuyu hem takımdan hem işten attı. ”Şampiyonada hiçbir başarı gösteremedik. Türkiye’nin en iyi güreşçilerini transfer ettiğimizi düşünüyorduk, fakat yanıldığımızı anladık. Antrenörümüz Turan Ceylan’ın isteğiyle 11 sporcunun işine son verdik” demiş! Kendisi de eski bir milli güreşçi olan Demir, Güreş Federasyonu seçimlerinde başkan adaylarından biriydi.
Geçen sezon Amasya Şeker spor’a transfer olarak kulübün 1. güreş ligine çıkmasını sağlayan güreşçiler, bu yıl performans kaybı gösterince kapı önüne konmayı çok ağır bulmuşlar. Şeker spor’a transfer olurken kendilerine emekli olana kadar iş garantisi verildiğini ve ayda 1000 YTL maaş aldıklarını anlatan güreşçiler mağdur durumda olduklarını söylemişler.
Mağdur olunmaz mı?
Şimdi anlaşıldığına göre “sevmek” fiili belli ki çok önceden pazarlık konusu yapılmış. Bir şirket bastırmış parayı “sevgiyi” satın almış. Kendini hala sevgiyle sarmalanmış sanan amatör güreşçi kardeşlerimiz de bir şirkette çalıştıklarını algılayamamışlar. Oysa şirket başarı ister. Sporda yenmenin ve yenilmenin sadece bir sonuç olduğunu esas olanın “spor yapmak” olduğunu şirketler anlamaz. İlgilenmez de.
İşten atılan güreşçilerle ilgili bu haberi birkaç güreşçi kardeşimizle paylaştık. Acaba bu haberle ilgili ne düşünüyorlar? Diye.
“Ne düşünebilirler ki; arkadaşlarını haklı buluyorlar. Sporun sadece başarı ve başarısızlık üzerine kurgulanmasının amatörlüğe ve sporun ruhuna ters olduğunu belirtiyorlar. Sporun mistik bir temeli olduğunu, insanı insan yapan değerlerin sergilendiği kutsal bir alan sayılabileceğini hatırlatıyorlar. Ata sporu sayılan güreşe liderlik yapanların herkese örnek olacak olgunlukta çalışmalarla gündeme gelmeleri gerektiğinin altını çiziyorlar.” Sanıyorsunuz değil mi?
Sanmayın! Böyle demeleri gerektiğini umun, hayal edin ama sanmayın! Aynen şöyle diyorlar: “Abi, ayda 1000 YTL bana verseler var ya yedi sülalesini yenerim! Bu adamlar da (güreşçiler) bir numara var, Mahmut ağabeyin gözünden kaçmamıştır.” Diyorlar.
Herhalde sizinde gözünüzden kaçmamıştır. “Güç ve başarı her şeydir, gerisi hiçbir şeydir” anlayışı yükselen milli değerimiz olmuştur.

09.02.2006

geçen zamanın birinde...

İLK FUTBOL TAKIMINI KURANLAR ÜÇ YIL HAPSE MAHKUM OLMUŞTU *

Futbol İngiltere de mi doğdu yoksa eski Türklerin hayvan derisinden yaptıkları bir topla oynadıkları oyundan mı doğdu? Kim bilir? Ancak çok da uzak olmayan tarihimizden biliyoruz ki, Türkiye de bir futbol takımını kurmaya çalışan gençler hapse mahkum olmuşlardı.
Osmanlı da 2. Abdülhamit dönemi 1908’de ikinci meşrutiyetin ilanına kadar tam 33 yıl devam etti. Burnu biraz büyükçe diye gazetelerde burundan bahsedilemeyen hele hele hiç burun karikatürü çizilemeyen Osmanlı ülkesinde istibdat (despotizm) hâkimdi.
İşte bu koca burunlu sultan, bütün ülkeyi saran bir istihbarat teşkilatı kurmuştu. Hafiyeler yani ajanlar baskıcı bir yönetimin baş aktörleriydi.
Tarihimizin bu döneminde futbol oynamaktan başka bir amaçları olmayan bir grup gencin başına gelenler, hem trajik hem de komiktir.
İstanbul’da futbola ilgi duyan gençler bir futbol takımı kurmak istemişlerdi. Bu amaçla bir araya gelip çalışıyorlar, futbolla ilgili çeşitli yayınları dilimize çeviriyorlardı. Bir hareketlilik olduğunu sezen Sultan Abdülhamit’in ajanları takibe başladılar. Hemen ardından da hayal gücünü zorlayan raporlarını saraya iletmeye başladılar. Futbolcu gençlerin toplantıları “yeni ve esrarengiz bir cemiyet” olarak izlemeye alınmıştı.
Kendisine karşı her an olabilecek bir kalkışmadan korkan padişahı korkutmak için ne yazılması gerekiyorsa yazıyorlardı hafiyeler... Olayı bambaşka göstererek yansıtıyorlardı. “Bu cemiyetin kendine mahsus alametleri, işaretleri ve ayinleri olduğu” rapor ediliyordu. Saraya ulaşan son istihbarat raporuna göre “örgüt yapılanmasını tamamlamış ve bir top satın almıştı” Belli ki iş çığırından çıkmıştı!
Zavallı futbolsever gençler, derhal gizli örgüt kurmakla suçlanarak, tutuklandılar. Bir tanesi 3 sene hapse mahkûm oldu. Ötekiler rica, minnet ve rüşvetle yakalarını güçlükle kurtardılar.
İyi bir marangoz olduğu söylenen sultan sonunda işin farkına vararak; bir futbol topuyla yıkılmayacağını anlamıştı belki de... Ama spor amacıyla da olsa bir araya gelmenin alışkanlık haline gelmesinden korkmuştu. Futbol hareket demekti. Hareket özgürlüktü. Özgürlük ise despotizm için çok tehlikeli bir kavramdı.
İstibdattan 14 yıl sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise gençler için sporu zorunlu hale getirecek kanunlar çıkaracaktı. Yurttaşların spor yapması Anayasal bir hak olarak tescil edilecekti. Hatta Abdülhamit’ten 97 yıl sonra Futbol Milli Takımımız Dünya üçüncüsü bile olacaktı.
Peki, ne oldu yani, futbol bizi özgürleştirdi mi?
Hadi bizi bırakın futbolun kendisi özgürleşebildi mi?

Kaynak: Hikmet Tuna / Türk Spor Kurumu Dergisi / 1936; 17. sayı

23.01.2006

spartaküs ve memet ali

Bİ YARDIMCI OLSANIZ MEMET ALİ BEY

Doğrusu insanların müptelası olduğu stadyum gösterileri binlerce yıldır sürmektedir. Yönetimi elinde tutanlar yani egemenler bu tip aktiviteleri geniş yığınları etkilemek ve güçlerini hissettirmek için bir fırsat olarak değerlendiriyorlardı. Yani sporla siyaset başlangıçtan beri içicedir. Bazen Spartaküs örneğinde olduğu gibi tersine siyasi rüzgârlarda esmiştir.
Roma imparatorluğunda gladyatör dövüşleri bugünkü futbol gibi kitleleri heyecanla stadyumlara toplardı. Kölelerden seçilen gladyatörler bağlı oldukları okul-kulüpler (yani şirketler) adına ölümüne vuruşurlardı. Halk çılgına dönerdi. Hükümdarlar bu üst yapı kurumunu sonuna kadar kullanırlardı. Stadyumlardaki “şeref tribünü” kavramı da o günlerden kalmadır.
Trakyalı bir köle olan Spartaküs ve arkadaşları İsadan önce 73’te Capuadaki gladyatör kulübünden kaçarak tarihin en büyük köle isyanını başlatacaktı. Güçlü Roma imparatorluğuna karşı başlatılan isyan iki yıl sürecek ve yenilmez denen Roma orduları defalarca yenilecektir. Stadyum “sporcularının” başlattıkları isyan sonunda bastırıldı. Ancak Spartaküs insan soyunun bilincinde hep keskin bir kılıç gibi ışıdı. Haksızlığa karşı açılan her isyan bayrağında siyasetini sürdürdü.
“Spora siyaset karışmamalı” teranesini tutturanlar, âlemi kör kendilerini akıllı saymıyorlarsa biraz “saf” olduklarını düşünebiliriz. Bu kulüp şirketlere sağlanan ayrıcalıklar “serbest piyasa” denilen ulviyete nasıl uyar, diye boşuna düşünürsünüz. Türkiye’de “devletten sebeplenmeyen zengin yoktur!” denir. Buna bir de futbol kulüplerini eklerlerse yanlış olmaz, herhalde. Ülkemizde yıllardan beri siyasetçiden bedava dönüm dönüm arazi alacaksın, vergi denetimlerinden kerhen muaf olacaksın, kamuya ait spor alanlarının üstüne oturacaksın; sonra da siyaset spordan elini çeksin diyeceksin. Yukardan aşağıya olan bütün yapılanmalarda erki elinde tutanların, maç düdüğünü çalma hakkına sahip olmalarından daha doğal şey olmaz. Tersi olsa yanlış olurdu.
Enteresan olan nedir biliyor musunuz futbolcu sendikalarının kurulmasına da siyasetçilerin ön ayak olmasıdır. Futbolcular kendi mesleki haklarını savunma derdinde değiller ama Spordan Sorumlu Devlet bakanı Mehmet Ali Şahin “futbolcu sendikalarının kurulması için istenirse yardımcı olabileceklerini ” deklare ediyor. Biz Türkler yukardan aşağıya inşaya bayılıyoruz! Sonra da demokrasinin yokluğundan şikâyet ediyoruz.
Şu futbol Federasyonu seçimlerini fazla “hart hart” bulanlar belki de haklılar. Ama bunda şaşılacak ne var ki? Güce tapıcılığın ululandığı bir toplum da her alanda bunu yaşamıyor muyuz?
Hatırlayalım! İşte televizyonlarda bayılarak izlediğimiz eğlence-yarışma karışımı bir program. Orta sahada maşallahsız sunucu Memet Ali bey! Ve yarışmaya telefonla katılan şanslı biri... Hediye kazanma ihtimali yüksek ama hangi kutuyu açtıracak kestiremiyor. Yüzünü görmüyoruz ama sesi sanki tanıdık; tekrarlayıp duruyor: ”Bi yardımcı olsanız Memet Ali bey” ”Bi yardımcı olsanız Memet Ali bey” ”Bi yardımcı olsanız Memet Ali bey”
02.05.2006

uludağ

SPOR, TARİH VE SÖYLENCE

Öylesine büyüleyici bir dağa sahiptir, Bursa şehri... Her soydan hayvanın, yaprağın, ağacın, taşın, ilahilerin sedası bu dağda mırıl mırıldır.
Bursa’nın çatısı olan Uludağ tarih boyunca ulviyetini korumuştur. Önce çok tanrılı dinlerin Kayın Olympos’u, sonra Keşiş dağı sonra Derviş dağı ve devrimci Cumhuriyetin Uludağ’ı olmuştur. 2543 rakımlı ve 40 km uzunluğunda ki dağ sporun, doğanın, tarihin, söylencelerin yatağıdır.
1640’ larda Evliya Çelebi Bursa’yı geldiğinde, kalabalık bir grupla dağda “çadırlı kamp” yapmış. Göllerdeki “kol kadar alabalıkları”, “koyun kadar kar kurtlarını” anlatmak da Çelebi’nin payına düşmüştür.
Türkiye’nin ilk kayak hakemleri derneği 1996’da Bursa’da kuruldu. Hem kurucu hem başkan olarak görev yaptığım dernek, halka açık “doğa yürüyüşleriyle” Bursalıların ilgisini çekmiştir. Bazen 80 kişinin katıldığı “sağlıklı yaşam için spor” yürüyüşlerimizde rehberimiz Necmettin Tutucu’ ya büyük iş düşerdi. Bu vesileyle dernek yüzlerce kişiye spor imkanı sunmuş, Uludağ’ı tanıtmıştır. Bursalı yazar Ramis Dara “saklı zamanlar” adlı kitabında Kayak Hakemleri Derneğinin bu etkinliklerini konu etmişti.
İki kızıyla berber “Uludağ zirve” yürüyüşüne katılan ancak volframdan ikinci zirveye çıkamayınca grubu üzüntüyle orada bekleyen babayı; ayağında terliklerle “gür pınar yürüyüşüne” gelen hanım teyzeyi; “29 ekim yürüyüşüne” kocaman sancaklı bir Türk bayrağıyla katılan ve doğal olarak en önde yürüyen yurttaşımızı; “balıklı dere” yürüyüşümüze katılan ama yanlarına yiyecek almamış liseli gençlerin grubun sofrasına ortak olmasını; bakacak yürüyüşüne katılan yol boyunca “yahu ormanda ne kadar çok böcek, sinek varmış” diye şikayetçi olan ful aksesuar snop beyefendiyi ve daha onlarca anıyı tebessümle hatırlarız.
Dağların her zaman mistik güçleri vardır. Uludağ’ı kötü kullananlara sularını, havasını kirletenlere, doğasını tahrip edenlere bir söylenceden bahsetmekte yarar var. Belki kulaklara küpe olur! Antik dönemde Roma ordularıyla bile savaşabilecek kadar güçlenen Uludağ’ın eşkıyası Clarion çok zengin olmuştu. Romalılar bakmışlar ki bu eşkıya ile baş edemiyorlar; onu derebeyi yapmışlar. İyice şımaran eşkıya dağ’a saygısızlık yapmaktan çekinmemiş ve o çağda dağın kutsal sayılan domuzlarını öldürmüş. Ancak, belasını bulması uzun sürmemiş ne olduğu anlaşılmayan korkunç bir hastalığın pençesinde kıvranarak kahrolmuş.
Günümüzün şehir söylencelerine göre bu eşkıyanın hazinesini arayan kimi Bursalı zenginler detektörlerle dağı taratmakta; aynı söylencenin peşindeki diğer defineciler ise kazma kürekle delik deşik etmektedir.
Başımızı kaldırsak göreceğimiz, elimizi uzatsak tutacağımız kadar yakın bu muhteşem dağın gerçekten farkında mıyız? Uludağ, doğa yürüyüşleri, dağ koşuları, kayak, kayaklı yürüyüş, yamaç paraşütü, kampçılık gibi bir çok faaliyete imkan tanıyor.
Tarih ve doğanın harmanlandığı böyle bir nimeti sportif aktiviteler yoluyla da olsa daha çok Bursalının fark etmesi ve sahiplenmesi gerekiyor.
30.12.2005

dadaşın karla dansı

KAYAK İÇİN KAR DUASI, FUTBOL İÇİN CİNCİ HOCA MUSKASI

Uludağ’da rahmetli Bülent Garan’ın yıllarca her gün titizlikle hava durumunu bir deftere kayıt ettiği anlatılırdı. Rivayet o ki sonunda dağın mevsimsel döngüsünün sırrına varmıştı. O, Uludağ’daki hava durumunu haftalarca önceden bilen tek kişiydi. Bu elbette çok önemli bir bilgiydi. Çünkü karla ilgiliydi. Otel sahibi için kar, kazanç demektir.
Kayak sporu kış şartlarında insanlara aktivite imkanı veren bir spordur. Son yıllarda kış turizmine olan ilginin artmasıyla beraber karlı dağlarımızdaki tesis sayısı da hızla arttı. İklimsel şartlara bağlı olarak yapılan bu tip yatırımlarda işletmecilerin tek ümidi bol kar yağışıdır. Yeterli kar olmazsa kayakta olmaz, kızakta olmaz, müşteride olmaz.
Anadolu da yağmurun adı, berekettir. Kimileri için hala müşkül olan kar ve soğuk; kış turizmi ve kayak sporunun yaygınlaşmasıyla beraber işletmeciler için berekete dönüştü. Öyleyse güçlükte yağmur duası olur da kar duası neden olmasın? Diye düşünen dadaşlar ülkemizin ilk kar duasını gerçekleştirerek tarihe geçtiler.
13.12.1996 tarihli Hürriyet gazetesinin haberine göre dönemin belediye başkanı Prof. Dr. Ersan Gemalmaz kar duasına çıkanları aynen şöyle uyarmıştı: “Allahın işine karışmayın. Dikkatli dua edin, bizi zarara sokmayın. Kar duanıza şehir merkezini katmayın. Sadece Palandöken dağına kar yağması için dua edin! Çünkü, şehir merkezinde karla mücadelenin maliyeti bize pahalıya mal olmaktadır.” Demeci tebessümle karşılanan hoca “haklı” çıkmıştı. Birkaç gün sonra yağan kar, şehirde bütün hayatı felce uğratmıştı.
Tam bir bilim adamı titizliği ile “lokal kar duası” önerisi getiren başkanın uyarısına aradan geçen dokuz yıla rağmen ihtiyacımız olduğu ortaya çıktı!
İşte daha bir hafta önce yine kar duasına çıkıldı. Basına yansıdığına göre bu sene Erzurum Palandökende yeterli kar yağmayınca eller yine semaya yöneldi. Palan otelin pistinde yanaşık düzen sıralanan turizmciler kar yağmasını niyaz ettiler. Yer aynı yer! Ama duanın taaa İstanbul’da, Edirne’de, Tekirdağ’da, Ankara’da okulların tatil edilmesine, yolların kapanmasına, onlarca trafik kazasının oluşmasına yol açabileceği hesaplanamadı.
Peki ne oldu yani Palandöken kara, kayakçısına kavuştu mu? Ne gezer? Kötü hava koşulları bütün yurtta hüküm sürüyor. Ama dağda hala kar yok.
Bizce bu işte bir büyü olmalı! Sorunun çözümü cinci hoca da! Ligdeki kötü gidişini büyüye bağlayıp stat da muska aratan Erzurumsporlu yöneticiler herhalde yardımcı olurlar. Dağda bayırda saklı muska var mı bir iyi araştırılsın.
Ulus olarak bir akıl üşümesiyle karşı karşıyayız. Aklımızı ve hava durumumuzu bozmaktan sorumludurlar demiyoruz ama artık birileri bu dadaşları durdurmalıdır.

22.12.2005

zekeriya, bahattin, o, bu...

Yaprak ama eskiden Bahattin’di!

“Spor kültürü” dünya da giderek artan ağırlığıyla dikkat çekmektedir. Her ulusun kendi tarihsel dokusu ile sporun evrensel değerlerinin harmanlandığı bir kültürdür, bu. Örneğin bir maçın sonucunu kutlamak için birlikte şarkılar söylemek böyledir; ya da Irak’ın Suriye’yi 3-2 yenmesine sevinenlerin yaptığı gibi Türkmen TV’yi kurşunlamak yine spor kültürünün seviyesiyle ilgili bir şeydir.
Toplumsal yaşamın bu önemli oluşumu gelenek ve göreneklerden, tarihsel gelişimden, politikalardan, spor adamlarının ve aydınların gördüğü itibardan beslenir. Kültür öyle birden oluşan bitki türü bir şey değildir. Mahalledeki çocukların gazozuna yaptıkları maçtan, oynadıkları çelik-çomaktan, okullar arası bir voleybol turnuvasından; milli takımın Dünya üçüncüsü olduğu maça kadar hepsi toplumsal hafızamız içinde yoğrularak spor kültürümüzü şekillendirir. Bu anlamda spor adamları ve aydınların sorumlulukları büyüktür.
Spor kültürü açısından büyük sıkıntılarımız vardır. Doping belasıyla, şiddet olaylarıyla, yetersiz alt yapımızla, spor adamlarımızın maddi hırslarıyla, Avrupa’da okudukları ve birkaç dil bildikleri söylenen ama holiganizmin ötesine geçemeyen medyatik spor yazarlarıyla işimizin pek de kolay olmadığı ortadadır.
Örneğin Beyaz hoca adıyla maruf Prof. Dr. Zekeriya Beyaz bile spor kültürümüze “katkı” koyabilmektedir. Hoca ilahiyatçı olmasına karşın İstanbul’da Corner Club isimli lüks bir spor merkezinde kitaplarını imzalıyor. Herhalde post modern bir pazarlama tekniği! Spor tesisinin uyanık girişimcisi daha çok dikkat çekeceğini düşünmüş olmalı. Hocanın popülaritesi binbeşyüz! Kameraları görüp de söz söylememesi mümkün mü? Nasıl coşkun, nasıl inançlı bir ses, sanırsınız pehlivan Golyat gubuzlanıyor. Öyle muhteşem bir vücut dili kullanıyor. Vücut demişken; hocanın 1.62 boyunda 99.2 kg. ağırlığında bir fani olduğunu da hatırlatalım.
Spor salonundaki “şık spor giysili vatandaşlarımız”, nedense hocayla göz teması kurmaktan kaçınıyorlar. Sanki biraz da tırsmış gibiler. Hocanın hutbesi, çoluğunun çocuğunun rızkından kesip de parayı sporda mıporda yiyenlerle, evini barkını ihmal edenlerle, şehir şehir maç peşinde dolaşanlarla ilgili. Bir iyice giydiriyor bu kendini kaybedip de futbolun sihrine kapılan avare takımına. Neden sonra biraz fazla açıldığını fark ederek ses tonunu düşürüyor. “Benim sözünü ettiğim kişiler sizin gibi aklı başında, sağlık için spor yapanlar değil tabi ki “ diye gönül alıyor.
Kendisinin de artık spor başlayacağını söyleyen Beyaz hoca, ne yazık ki getirilen battal beden eşofmanın içine sığamıyor. Ama topluma görsel olarak da mesaj verme gereksinimi duyuyor ki boynunda kravatı, önü ilikli ceketi ile aletlere oturup resim çektiriyor. Aşk olsun yani!
Değer yargılarımızın her alanda alt-üst olduğu bir dönemden geçiyoruz. Belki de çağın gereği bu. Yüz naklinin yapıldığı bir yüzyılda yaşıyoruz. Yüzü değişmemiş insanlar bile aynada kendini tanıyamıyor. Televizyonlardaki yarışma programlarını izlediğimizde bazen dehşete düşmüyor muyuz; biz bu toplumda mı yaşıyoruz diye?
“Benimle dans eder misin” yarışma programında kendisini “Yaprak” diye tanıtan cicili bicili bir yarışmacının adının Bahattin olduğu ortaya çıkıyor! Jüridekiler şaşkın; adını soruyorlar yeniden, o da cevaplıyor: “Yaprak ama eskiden Bahattin’di.” Hemen ardından ekliyor: “Güzel dönmüşüm değil mi?” Bilmiyoruz Beyaz hoca bu konuda ne buyururdu, acaba?

04.12.2005

tombaladan pascal çıktı

                                                         Pascal, Mutlu Günlerinde     

          TARAFTARIN KANKASI

          Bursaspor maçı başlamadan önce bazen Atatürk Stadyumu'nun tribünlerinin farklı bir şekilde dalgalandığı olurdu. Neden sonra, saha kenarında İbrahim Tatlıses’in el sallayarak şeref turu atar gibi dolaştığı herkes tarafından fark edilirdi. Çoğu zaman yanında onu kolundan tutmaya ve gönülsüzce dışarı çıkarmaya çalışan bir saha görevlisi de bulunurdu. Seyirciler ise çoktan “İbo buraya, yumruk havaya” uyağına kendilerini kaptırmış olurlardı. Sonra birden hatırlanırdı; İbonun o gece açık havadaki konseri!
          Bu büyük pazarlama ustası allem eder kallem eder sahaya girer; Bursalılara kendini anımsatırdı. İnsanları ve yaşadığı ülkeyi iyi anladığı için İbo hala popüler kültürümüzün yıldızlarından biridir. Taraftarla yani halkla kanka olmadan bu işlerin yürümeyeceğini iyi bilenlerdendir.
          ***** 
          Şimdi şu maşallahsız Galatasaray başkanının taraftarıyla kanka olamamasının esası nedir acaba diye merak ediyor insan? Bir işadamı bilmez mi bu işleri? Neyse bu meseleyi geçelim, örnek babından mim koymak yeterli... Alemin derdiyle gerilmeye gerek yok. Ama bizim başkana söz yok yani, maşallahı var tribünlerle oynamaya bayılıyor.

          ***** 
          Fakat taraftarla kankalık konu edildiğinde bu işin profesörü Mösyö Pascal'dır; direk bilimin araştırma konusu olacak bir vaka! 
          Kanımızca politikacılar kendi bekaları için şimdiden bu Fransız’ın olası vatandaşlık başvurusunu engellemelidirler.
          Nouma Pascal’ın kim olduğu hatırlanacaktır; hani, bir gol sevinci sonrasında elini şortunun içine soktuğu için takımından kovulan eski Beşiktaş’lı futbolcu... Fermansız yorumcu Erman Toroğlu, bu hareketi “tombala çekmek” diye deşifre etmişti.                                                                                     

          Tam da spor sosyologlarının konusu... Pascal’ın son günlerde İstanbul’da çevirdiği “kısa metrajlı filmlerin” basına yansıyan kareleri gerçekten enteresandır. Türk toplumunun kodlarını çözme başarısını göstermiştir:

• Pascal, İnönü stadında namaz kılıyor. “O diyor ki, sizin manevi değerlerinize de
bağlıyım. Günahlarım varsa af dilemeyi bilirim.”
• Pascal, Atatürk’ü babası gibi sevdiğini söylüyor. O biliyor ki, Mustafa Kemal bu
toplumun ruhu ve ulusun keskin kılıcıdır.
• Pascal, İnönü stadının çimlerini yiyor. “O diyor ki, bu toprağa ölesiye bağlıyım.“
• Pascal İnönü’de oynayabilmek için bir kolunu feda edeceğini söylüyor. “O diyor ki işe
yeniden alınmak için her şeyi yapacak kadar kararlı ve istekliyim.”
• Pascal, bu kışta kıyamette üstü çıplak pozlar veriyor. “O diyor ki, bakın hala
güçlüyüm, zindeyim, formdayım.”
• Pascal, günde iki paket sigara içiyor. “O diyor ki, işte görüyorsunuz sizlerden biriyim;
Türk gibi de sigara içerim yani.”
          *****
          Bu günler de adı tribünlerde bir kurtuluş şiarı gibi dolaşan Fransız için kankaları gözdağı vermektedir: “Pascal gelmezse kapalıyı yakarız!” diye. “Seninle yürüdük biz bu yollarda” diye manidar şarkılar söylenmektedir. Kurgusunu dosdoğru yapan Pascal Nouma, bir dip dalgasıyla beraber hızla yükseliyor. Büyük olasılıkla “işe yeniden alınacak” ve tabi tombalasına kavuşacak, bu fütursuz futbolcu...

          Kavuşacak ta kazanan kim olacak spor mu, eyyamcılık mı? Gerçek mi, düş mü?

                                                                                                                         23.06.2006