22 Şub 2011

lejyoner sporcular



DEVŞİRME DEĞİL, LEJYONER.

Ülkemiz sporunu uluslar arası arenada temsil edenler arasında neredeyse dünyanın her yerinden toparlanarak getirilmiş; Türk vatandaşlığına geçirilmiş sporcular vardır.
Türkiye tarihinin en kalabalık sporcu kafilesiyle katışılan Pekin olimpiyatlarında ekibin yüzde onu yabancı kökenli sporculardan oluşmuştu. Buna rağmen büyük umutlarla gidilen oyunlardan koskoca bir hayal kırıklığıyla dönülmüştü. Tek altın madalyayı getiren Dağıstanlı güreşçinin tek kelime Türkçe konuşmaması ise bu hezimet üzerine tüy dikmişti. Dönemin spor genel müdürü görevi bırakmak zorunda kalmıştı.
Bu kış Erzurum’da yapılan Üniversite Kış Oyunları’nda kazanılan tek gümüş madalyanın Buz Dansı’nda Alper Uçar, Alisa Agafonova ile gelmesi “devşirme sporcu” meselesini yeniden toplumun gündemine getirdi.
****
Bugün itibarıyla milli takımlarda görev verilen yabancı kökenli sporcu sayısının 23 olduğu biliniyor. Ukraynalı yüzücüler Demir Atasoy, Serkan Atasay, Deniz Nazar, Volkan Atakan; Atletizmde Etiyopyalı Elvan Abeylegesse, Meryem Erdoğan, Almitu Bekele Degfa, Sultan Haydar, Mert Girmagelese, Güney Afrikalı Karin Melis ve Belarus asıllı Sviatlana Sudat; Masa tenisinde Çinli Melek Hu, Şirin He, Zhang Xiaoyu, Cem Zeng, Bora Vang, Peng Fei, Ahmet Li; Kord tenisinde Özbek asıllı tenisçi Marsel İlhan; Eskrimde Macar asıllı sporcu Yusuf Bojte; Ata sporumuz güreşte Dağıstanlı Ramazan Şahin, Ramazan Pehlivanoğlu ve okçulukta Gürcü Natalia Nasaridze ülkemizi temsil eden lejyonerlerdir.
Futboldakileri hiç saymayalım.
Beşiktaş’ın son Avrupa Ligi maçında İnönü Stadı’nda Dinamo Kiev’in karşısına çıkardığı kadroda sadece iki Türk sporcunun yer bulabilmesi ilginçti. Yabancı kotası falan vız gelmişti. Sonuçta neredeyse tamamı lejyoner olan “Türk” takımının 4-1 mağlup olarak 3. tura çıkma şansını kaybetmesi “milleti” değil ama “camiayı” epey üzmüş olmalıdır.
****
Yabancı sporcuların Türk vatandaşlığına geçirilerek milli takımlarda yarıştırılmasının toplum tarafından benimsenmediğini sanıyoruz. Ulusal bayrağın lejyonerlere ödenen paralarla göndere çekilme çabalarının toplumda heyecan yaratmadığını görüyoruz. Bu bir yana Türk insanının yetersizliğine ve yeteneksizliğine bir vurgu gibi de algılanabiliyor.
Bu yöntemin giderek daha çok tepki çekmeye başladığı görülmelidir.
****
Yabancı sporculara “devşirme” yakıştırması yapılması ise bir başka yanlıştır.
Bilindiği gibi devşirme sistemi, Osmanlı devleti döneminde; imparatorluk topraklarında yaşayan zeki ve yetenekli Hıristiyan çocuklarının asker veya bürokrat olarak yetiştirmesini amaçlayan bir sistemdi. Bu gençler ciddi bir eğitim, öğretimle yetiştirilerek Osmanlı sisteminde görevlendirilirlerdi.
Keşke söz konusu sporcular devşirme olsalardı da onları başarıya taşıyan bir sistemimiz var diye, övünebilseydik.
****
Bu anlamda Türkiye adına yarıştırılan yabancı sporcuların devşirmelikle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Mevcut hal daha çok “lejyonerlik” kavramıyla örtüşmektedir. Zira TDK sözlüğü de lejyonerliği, “yabancı uyruklu sporcu” şeklinde vermektedir. Hadi hepsinden geçtik; en azından şu güzelim Türkçemizi doğru kullanalım bari...

23. 02. 2011 Bursa Meydan Gazetesi

15 Şub 2011

amatörlük ticarileşirken...

AMATÖR SPOR MU, TİCARET Mİ?
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 59. Maddesi: “Devlet, her yaştaki Türk vatandaşlarının beden ve ruh sağlığını geliştirecek tedbirleri alır, sporun kitlelere yayılmasını teşvik eder.” Diyor. Bu amaçla oluşturulan Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü sportif faaliyetleri yürüten esas kurumdur. Teşkilata, “Vatandaşın ve okul dışı gençlerin fizik, moral güç ve yeteneklerini sağlayan beden eğitimi, oyun, cimnastik ve spor faaliyetlerini sevk ve idare etmek; gençliğin boş zamanının değerlendirilmesine ilişkin hizmetleri yürütmek, bilgi ve beceri kursları düzenlemek, gençlerin kötü alışkanlıklardan korunması için gerekli tedbirleri almak,” görevi verilmiştir.
GSGM spor branşlarıyla ilgili oluşturduğu federasyonlar aracılığıyla anayasanın kendisine buyurduğu “her yaştaki Türk vatandaşına spor yaptırmak” görevini yürütmekle mükelleftir.
Devletin sporun yararlarını kabul ettiği, vatandaşlarına spor yaptırmakla yükümlü olduğunu kabul ettiği yani “spor olsun” diye çabaladığı ve bunun gerekleri için teşkilatlandığı açıktır.
****
Ancak son yıllarda daha iyi hizmet üretilme düşüncesiyle yönelinen sporda özerkleştirme furyası temel amaç olan spor yaptırma görevini ciddi biçimde örselemiştir.
Özerk olma, özelleşme olarak algılanmıştır.
Özerk federasyonlar anayasal görevleri olan Türk gençlerine spor yaptırma ve sporu halka yayma yerine devşirme sporcu ile sanal başarılar peşinde olmuşlardır.
Federasyon yönetimlerinin bir tür aile şirketlerine dönüşme riski fark edilmiştir.
Devletin denetimine rağmen pratikteki keyfi uygulamalar belirgin biçimde artmıştır. Nadir yetişen ünlü sporcuların neredeyse tamamı bu yönetimlerle bir şekilde ihtilafa düşmüşler, üzücü sonuçlar doğmuştur.
Federasyonların sporcu, antrenör ve hakemleri gelir getiren müşteriler olarak algılaması ise yasalarla çelişen önemli bir paradokstur. “Yönetim kurulu kararı” diye lisans çıkaran sporculardan, seminere gelen antrenöre hakemlere herkesten para toplanmaktadır. Oysa devlet bütçesinden kendilerine görevlerini yürütmeleri için para aktarılmaktadır.
Fakat onlar amatör sporculardan para toplamayı giderek normal bir şeymiş gibi abartarak yaygınlaştırmaktadırlar. Örneğin satrançta müsabakaya katılacak sporculardan15’er lira alınmakta; teniste hakem paraları kulüplere sporculara ödetilmeye çalışılmakta, lisans devrinden 40+500 lira istemekten çekinilmemektedir. Bu çerçevede Meydan yazarı Niyazi Aşır’ın “haracın Allahı TFF’de” yazısında amatör futbolculardan toplanan olağanüstü meblağları gazetenin sitesinden bir daha okumanızı tavsiye ederiz. (*)
Federasyonlar akıl alamaz bir fütursuzlukla, spor yaptırmakla görevli oldukları çocuk ve gençlerin ailelerini “otomatik para makinası” haline getirmişlerdir. Kantarın topuzu öyle böyle değil tam kaçmış görünmektedir.
Bu yüzden sporu bırakan sporcular, lisans çıkartmaktan çekinen veliler vardır.
Toplanan paraların akıbeti ise ayrı bir konudur. Bunun sorgulanmasını isteyen şikâyetler başbakanlığa kadar ulaşmıştır.
Kaynak yaratma bahanesiyle sporculardan sürekli para talep eden federasyonlar spor yapmanın bedelini dar gelirli Türk yurttaşlarına ödetmektedir.
****
Peki, acaba bu federasyonlar gerçek görevlerini yani “her yaştaki Türk gencine spor yaptırmayı” ne ölçüde yerine getirmişlerdir; bakmak gerekmez mi?
GSGM resmi istatistiklerine göre futbol dışındaki 57 federasyonun toplam sporcu sayısı 1.764.756 kişidir. Yani nüfusa oranı % 2,5’tur. 80 milyona dayanmış, genç bir nüfusa sahip dev bir ülke için bu rakam yetersizdir. Fakat faal sporculara bakıldığında yani gerçek rakamlara bakıldığında durum çok daha vahimdir. Çünkü aynı rakam 276.857 sporcuya düşmektedir. (**) Nüfusa oranı % 0,35’tir. Yani, Esas anayasal görevleri sporu mümkün olduğunca çok Türk yurttaşına yaptırmak olan federasyonlar, yüz kişiden yarım kişiye bile spor yaptıramamaktadır.
Sporu kitlelere yaygınlaştırsınlar diye görevlendirilenler; özerkleşme ile özelleşmeyi karıştırınca Türk sporu, amatör sporcuların müşteri haline geldiği tek yönlü bir ticarete dönüşmüş görünmektedir. Bu hal nasıl bir amatörlüktür, anlamak güçtür!
Amatör sporun önündeki en büyük sorun olan tesisleşme nispeten aşılmaya çalışılırken yasalara, akla, vicdana, spor ahlakına aykırı “paralı spor” kâbusu belirmiştir. Umarız bu kötü rüyadan bir an önce uyanılır.
(*)(http://www.meydangazetesi.com.tr/2011/yazar.asp?yaziID=2050)
(**) ttp://www.gsgm.gov.tr/sayfalar/istatistik/sporcusayilari.htm
26.01.2011 BURSA MEYDAN GAZETESİ

evlere şenlik tenis federasyonu

“Bilo ben sana bir yanlış yaptım ama bi sor bakalım niye yaptım?”

Tenis Federasyonu başkanı Ayda Uluç sporcu çocukların ailelerinin şikâyetçi olduğu 500 lira lisans ücretini aldıklarını doğrulamış. Meydan gazetesine yaptığı açıklamalar gerçekten de hayretlere şayan cinsinden…
Hani o ünlü komedi filminde Şener Şen’in sorduğu gibi “tamam Bilo ben sana bir yanlış yaptım ama bi sor bakalım niye yaptım?” repliğinin geçtiği sahnede yaşıyor gibiyiz.
****
Federasyon başkanı diyor ki, “biz bu parayı alarak sporcuyu koruyoruz.”
Bu ne demek bi sor bakalım?
Sporculardan 500 lira alarak sporcuları koruyorlarmış işte…
Yok, yok daha sorgulayıcı ol, sor bakalım niye?
Sporcuların sık kulüp değiştirmesi performanslarını bozuyormuş da onu engelliyorlarmış fiyatı artırarak…
Yani…
Yani federasyon 500 lira alarak sporcunun performansına katkı sağlıyormuş…
Abi, o zaman daha çok niye almıyorlar; dopinge mi giriyor?
Allahım sen aklımızı koru…
****
Federasyon başkanı diyor ki, “Kulüplerin mağduriyetini engellemek için sporcular kulüp değiştirmesin diye 500 alıyoruz.”
Abi, bu ne demek ya; bi sorsana bakalım?
Anlamayacak ne var. Kulüpler lisans değiştirecek sporcuya muvaffakatname yani izin verir. Diğer kulüpte sporcuyu kabul eder. İşte burada bir tehlike söz konusudur. Federasyon bu arada 500 lira isteyerek her iki kulübü de tehlikeden korur.
Yaaa… Anladım…
Anladın yani…
Allahım sen aklımızı koru…
****
80 milyona dayanmış nüfusuyla dev bir ülkede yaşıyoruz.
Çoğunluğu gençlerden oluşan bu ülkede 875 bayan, 1.175 erkek olmak üzere sadece 2.050 tenisçi mevcuttur. Nüfusa oranı Binde 0,25…(**)
****
Valla hayatta her şeyi ciddiye almamak gerekiyor hakikaten yani…
İnsanın akıl sağlığından şüphe edeceği geliyor, bunları okuyunca…
(*) http://www.gsgm.gov.tr/sayfalar/istatistik/sporcusayilari.htm
19.01.2011 BURSA MEYDAN GAZETESİ

tenis

TENİS AMATÖR BİR BRANŞ MI?

           Amatör kelimesinin kökeni amor’dan gelir. Sevgi, aşk anlamındadır. Amatörlük ise sevgiyle para ya da çıkar beklemeden yapılan iştir.
           Ülkemizde tenis amatör bir branştır. Yani profesyonelce para kazanılan bir etkinlik ve organizasyon değildir.   Velakin "kazın ayağı" öyle değildir. Türkiye de tenis federasyonu istatistiklerinde lisanslı sporcu olarak yer bulanların hemen tamamı ailelerinin maddi manevi desteğiyle bu sporu yaparlar.
                                     ****
          Tenis federasyonu özerkleştiğinden beri tenise meraklı Türk gençliğini yolunacak kaz gibi görmektedir. Çocuklar daha tenise başlarken  yaz okullarından itibaren paralar ödenmeye başlar.  Lisans çıkar para ödenir. Federasyon yarışmalarına katılabilmek  için katkı payı ödenir. Başka şehirlere yarışlara gidiğinde  yol parası, konaklama ve diğer giderler ailelerce karşılanır. Tenisçi kulübüne aylık ücret öder. Vs. v.s...
          Türkiye de tenis sporunun altyapısını ne kulüpler ne şu ne bu doğrudan aileler oluşturur.
          Bununla beraber Tenis Federasyonu ülke gençliğine spor yaptırsın diye, bütçeden para alır. Vergilerimizden kesilen bu para gençlerimizin tenis sporunun sevmesi, tenisin geliştirilmesi için verilir federasyona...
          Ama amatör bir branş olan tenisle ilgili federasyon sporcuları yolmaya devam eder.
          Ve yurttaşlar ağzı açık sorarlar  "yahu  bizde neden tenisçi yok" diye.
                                         ****
         
         Şöyle bir düşününce ülkede tenisçi denince bir iki kişinin adını ve bir de Hülya Avşar’ı sayarsınız. Ama diyeceksiniz ki “bu amatör bir branş madem önemli olan bu sporun yaygın olarak yapılmasıdır. Şart mıdır yani şampiyonlar olması?”
          Son derece haklısınız, deriz. Önemli olan sporun tabana, halka yayılmasıdır. Başarı nasıl olsa bu bereketli topraklardan bir şekilde fışkıracaktır. Yeter ki tohumu atılsın, mümkün olduğu kadar çok Türk insanı sporun her türünü yapabilsin.
          Dönelim tenise…
          GSGM resmi internet sitesindeki verilere göre, (*)Türkiye de faal olan 875 bayan, 1.175 erkek tenisçi vardır.
          80 milyona dayanmış dev bir ülkede bu rakamların varlığı insanı üzüyor. Anlaşılır olsun diye nüfusa oranlarsak yüzde değil, binde 0,25 kişi tenisle iştigal etmektedir. Onların derdi de sürekli tırtıklanmaları… 
          Bu verilere baktığımızda Tenis Federasyonu işini iyi yapan bir federasyon değildir.
                                       ****

          Normal şartlarda varoluş nedeni tenis sporcularının sayısını artırmak olan bir federasyon ne yapar?
           Bir şekilde ailelerin desteğiyle lisanslı sporcu seviyesine gelmiş bu çocuklara gözü gibi bakar değil mi? Onların sorunlarını irdeler, onlara nasıl daha iyi çalışma koşulları sağlayabiliriz diye kafa patlatır; onların spor eğitimiyle ilgili olarak projeler üretir, sporu tabana nasıl yayacağını düşünür, değil mi?
          Değil…
        Özerk Tenis Federasyonu bu sporculardan lisans bedeli olarak 40 lira alır. Kulüp değiştirdiklerinde ise aradan neyin bedeli olduğu belli olmayan 500 lira para alır. Bunu ödemeyen sporcunun tenis yaşamını bitirir, lisansını çıkarmaz.
          Görev ve sorumluluk bilinci bunun neresinde?
          Bunun neresi amatörlük, neresinde sportmenlik var?



(*) http://www.gsgm.gov.tr/sayfalar/istatistik/istatistik_index.htm
13.01.2011 BURSA MEYDAN GAZETESİ

hayır denecek yer var...

YÜZDE 96 “HAYIR” DİYOR…
Yukarıdaki çarpıcı başlık, yurttaşların yüzde 96’sının spor yapmadığını konu eden bir gazete haberi için kullanılmıştı. Habere göre, Ege Üniversitesi öğretim üyesi Çetin İşleğen Türkiye’de yüzde 4 olan spor yapma oranının toplum sağlığı açısından endişe verici olduğunu açıklıyordu.
Bundan bir süre sonra da Sağlık Bakanlığı “şişmanlığın” salgın hastalık kategorisinde değerlendirileceğini açıkladı. Bakan Recep Akdağ Türkiye’de şişmanlık ve şişmanlıkla ilişkili olan şeker hastalığının giderek büyüyen bir halk sağlığı sorunu olduğunu tespit ettiklerini belirterek, bundan böyle en büyük mücadelenin şişmanlık sorunuyla ilgili olacağını vurguladı.
****
Aslında açıklanan şeyler yeni değildir.
Daha öncesinde Metabolik Sendorum Derneği Başkanı Prof. Dr. Aytekin Oğuz, 8 ilde yapılan araştırmanın sonuçlarını açıklamıştı. Buna göre gün içinde hiçbir iş yapmadan oturarak zaman geçirme süresi 35-70 yaş arasında yaklaşık 6,5 saattir. Kırsal kesimde şişmanlık oranı yüzde 54,6 iken, kentlerde yüzde 55’tir.
Görüldüğü gibi Türk toplumu hareketsiz yaşam tarzının hâkim olduğu ve her iki kişiden birinin şişman olduğu bir yapıya dönüşmüştür.
Özellikle yaşlanmaya bağlı olarak ortaya çıkan “sarkopenik şişmanlık” kas kitlesindeki azalmaya bağlı olarak karın çevresi yağlanması şeklinde görülür. Otuzlu kırklı yaşlarda başlayan sarkopenik yağlanma 60, 65 yaşlarında üst düzeye ulaşır.
Bu tür şişmanlığın kalp krizi, inme / felç, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, eklem hastalıkları ve kanserlere neden olduğu bilinmektedir.
Nihayetinde aynı araştırmada da kalp grafisi çekilenlerin yüzde 31’inde kalp sorunlarıyla ilgili verilere, her 4 kişiden birinde de şeker hastalığıyla ilgili belirtilere rastlanmıştır.
Ve tüm bu ölümcül musibetlerin esas nedeninin hareketsizlik olması çarpıcı bir gerçektir.
****
Bu gerçeği çok önceden gören batılı ülkeler 60’lı yıllardan sonra spor ve egzersizi özendirilerek yaygınlaştırılmıştır. Avrupa Birliği İstatistik Kurumu araştırmasına göre, Avrupa ülkelerinde her üç kişiden ikisi yürüyüş yapmakta ya da bahçe işleriyle uğraşmak gibi fiziksel aktivitelerde bulunmaktadır. Avrupalılar arasında ise İsveçliler ve İrlandalılar spora en teşne toplumlardır. Avrupa genelindeki yüzde 40’lık orana karşın bu ülkelerde spor yapma oranının yüzde 70’ler düzeyindedir. Buna karşın halen de düzenli olarak spor yapmayanların teşvik edilmesi yolunda kampanyalar yürütülmektedir.
****
Ankara Üniversitesi’nden Dr. Hakan Sunay mevcut durumu şöyle yorumluyor: “temel sebeplerinden biri, sporu toplum tabanına yaymak yerine uluslar arası spor organizasyonlarında gösterilen başarı ve alınan madalya sayısına dönük politikalar üretilmesidir. Oysa anayasanın 59. maddesinin özüne uygun olarak sporun yaygınlaştırılmasına yönelik politikalara öncelik verilmelidir.”
Yani…Genel bütçeden spora ayrılan pay artırılmalı, spor alanları, stadyumlar halka açılmalı, spor yapmayı özendirici, eğitici yayınlarla yurttaşlar hareketlendirilmelidir. Üstelik bu işten herkesin çıkarı vardır. Yurttaşların yaşam kalitesi artacak, devletin sağlık harcaması azalacaktır.
Tek sorun belki böylesine bilinçli yurttaşları yönetme güçlüğü olabilir. Ama olsun; artık o kadar kusur kadı kızında bile olur.
15.12.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

14 Şub 2011

dünya ikincisi olsan da...

SPOR KÜLTÜRÜ
Türk atasözü “sel gider kum kalır” der.
Kültür de böyledir. Toplumun yaşantısındaki sevinçler, hüzünler, kavgalar, sevişmeler, şunlar bunlar geçer gider; onlardan arda esası, tortusu kalır. Kültür bu tortulardan oluşur. 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası bitti gitti. Doğrusu milli takımımızın final oynaması ve sonuçta tarihinde ilk kez dünya ikincisi olması ulusumuzun göğsünü kabarttı. Öte yandan bu önemli spor olayı geride epey şeyler de bıraktı.
***
Her ne kadar Fenerbahçe teknik direktörü Aykut Kocaman “milli takımda oynamak bir sporcu için parayla pulla ölçülemeyecek kadar büyük bir onurdur, en büyük kazançtır.” dese de; bu turnuvada ilk kez bir sporcunun daha maçlar oynanırken “maddi ve manevi” destek istediğine şahit olduk.
Kaptan Hidayet spor kültürümüze “maddi ve manevi destek” deyimini kazandırdı.
***
Basketbol şampiyonasında çok başarılı bir organizasyon yapan Türkiye buna rağmen 3200 İsviçre Frangı ceza aldı. Denildiğine göre TBF, başbakan Erdoğan maçı izliyor diye Türkiye-Rusya karşılaşmasında dansçı kızların gösterisine izin vermemişti. Ceza da bunun için verilmişti.
Konuyla ilgili görüşlerine başvurulan Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Özak, “Eğer sportif bir organizasyon yapıyorsanız, uluslararası kurallara uymanız gerekir. FIBA istiyorsa ponpon kızlar çıkmalıdır. Ben kendim şahsen buna karşı olsam da kurallara uymak gerekir. Her gün gazetelerde çıplak kadın fotoğrafları var. Ama ne yapıyoruz, o gazeteleri yine de okuyoruz…” diye konuştu.
TBF kültürümüze “başbakanın izleyebileceği maçlar” anlayışını getirdi.
***
Basketbol dünya şampiyonluğunu “eğlence” yüzünden sorumsuzca kaybettiğimizi bilmiyorduk. Kaptan Hidayet ifşa etti: “Elimize güzel bir fırsat geçmişti. Birinciliği Sırbistan maçından sonra kaybettiğimizi düşünüyorum. Kazandığımız Sırbistan maçı sonrası büyük bir coşku ve kutlama oldu. O gece geç yattık. Eğer bir gün dinlenebilsek ABD karşısında sonuç farklı olabilirdi. Şampiyon olma şansımız artardı. Her şeye rağmen büyük bir başarı elde ettik. Bu ikincilikle Türk spor tarihine geçtik. İnşallah ileride de böyle başarılar elde ederiz.”
Demek ki sporcunun erken uyuması ve iyi dinlenmesi milli bir görevdir.
***
Bu turnuvanın en dramatik yanı da ödül töreninde cumhurbaşkanı, başbakan ve hükümet üyelerinin yuhalanmasıydı. Bakan Faruk Nafiz Özak, bu yakışıksız olaya haklı olarak sert tepki gösterdi. “Seviyesiz ve terbiyesiz insanlar büyük ayıp işledi. Bütün dünyanın izlediği bir organizasyonda bu yaşandı. Final maçından bir gün önce (referandum öncesi) VIP tribününde insanlar ‘hayır, hayır’ diye bağırıyorlardı.” ifadesini kullandı.
Tribünlerden yuh çekenlerin kameralardan tespit edilip hesap sorulacağının açıklanması ise seyirciler açısından önemli bir milattı. Bundan böyle maçlarda herkesin öyle aklına geldiği gibi bağırılıp çağıramayacağı anlaşıldı.
***
Türk spor tarihinde en büyük ödül Basketbol milli takımına verildi. Fakat Ankara Barosu avukatlarından Sedat Vural, Başbakan tarafından verilen 28,5 milyon TL primin anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle dava açtı.
Avukat Vural, “5018 sayılı Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanununun 24. maddesinde, örtülü ödenek kapsamına giren harcamaların ne amaçla ve nasıl yapılacağı belirtilmiştir. Burada da görüleceği üzere uluslararası spor karşılaşmalarında ilk 3 dereceye giren sporculara ödeme yapılacağıyla ilgili hiçbir hüküm yoktur. Bu ödeme toplumsal vicdanda da ciddi sorgulama ve tartışmalara neden olmuştur.” Dedi.
Bundan böyle devletin ödül yönetmeliği dışında verilecek paralar erkenden harcanmamalı; maazallah açılan iptal davaları ya aleyhte sonuçlanırsa, değil mi?
***
Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, milli basketbol takımı için anıt yaptıracağını açıkladı. “Milli takımımızın bu başarısını taçlandırmak için ilçemizdeki parklardan birisinde 12 Dev Adam Anıtı yaptırılmasına karar verdik. Anıtın açılışını, bu tarihi başarıya imza atan milli sporcularımızla birlikte yapacağız” dedi.
Politik kadirşinaslıkta birinci olmak ta böyle bir şey işte…
****
Sel gider, kültürü hepimize kalır. Hayırlı olsun…
05.10.2020 BURSA MEYDAN GAZETESİ

hido zıplarken

ZIPLA HİDAYET ZIRLA
Bazı şeyler hakikaten, dokunuyor insana… Seksen milyonluk bir ülkeyi temsil etme şerefine kavuşmuş milli bir sporcunun, tam istim üstünde iken maddi destek istemesi böyle şeylerden biridir.
Evet, kameralar karşısında bıkıp usanmadan “maddi ve manevi destek bekleyen” Hidayet’ten söz ediyoruz.
Demek ki bu ulusun 12 uzun boylu genci “12 dev adam” diye göklere çıkarması yetmemiş ki kaptan Hidayet televizyon ekranlarından “her” maç arası ulusa seslenerek ha bire “maddi ve manevi” destek istedi.
Yenidünya düzeninin yeni ahlak anlayışıyla zıplıyor da zıplıyor Hidayet.
****
28 Ağustos–12 Eylül tarihlerinde ülkemizde yapılan 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası’ı yüz akıyla gerçekleştirildi. Bu başarı öncelikle federasyonundur. Ancak diğer GSİM çalışanlarının, salonlarda temizlikten düzenlemeye bütün altyapıyı çekip çevirenlerin katkısını da yok saymamak gerekir.
Siz hiç şimdiye kadar gece yarılarına kadar çalışan ve işini yaptığı için zıplayarak maddi ve manevi destek bekleyen bir spor çalışanına rastladınız mı? Üstelik aldıkları maaşı duysanız “yahu bunlar zıplamadan nasıl duruyor” dersiniz.
Ama Hidayet zıplıyor.
****
Ne mutlu bize, 2002’de futbol takımımızın dünya üçüncülüğünü yaşadıktan sonra bu yıl da basketbol takımımızın dünya ikinciliğine sevindik.
Ailece izlenen maçlarda koltuklarda hop oturulup hop kalkıldı. Basketbola en ilgisiz olanlar bile suratları ekrana yapışık vaziyette birer basketbol koçuna dönüştüler. İki basketbolcunun adını sayamayanlar, millilerin künyesini ezbere saymaya başladılar.
Ama Hidayetin zıplayarak “maddi ve manevi destek” istemesine anlam veremediler.
Zıpla Hidayet Zıpla!
****
12 Eylül Pazar günü ABD ile oynanan final maçında, Türk milli takımını manevi olarak ekranları başındaki milyonlarca yurttaştan başka Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı da destekledi. Milli takıma yapılan manevi desteği ve sevgiyi ölçecek bir cihaz ne yazık ki yoktu. Maç 81-64 ABD’nin galibiyetiyle sonuçlandı. “Olsun” dedi, Türk ulusu; “siz dünya ikinciliğini kazanmış 12 dev adamsınız”.
Hidayet yürüyerek soyunma odasının yolunu tuttu.
****
Manevi destekler para gibi sayılamadığı ve kasaya konamadığı için ne kadar manevi destek kazandılar bilemiyoruz. Ancak maddi desteği sıralayalım: Başbakan’dan basketbolcu ve teknik heyete kişi başı 1,5 milyon lira; Müteahhit Ali Ağaoğlu’ndan ederi 400 bin lira olduğu söylenen birer ev ve GSGM ödül yönetmeliği çerçevesinde kişi başı 400 cumhuriyet altını olmak üzere toplamda adam başı 2.1 milyon lira.
Sonuçta milliler zıplayarak hidayete ermiş oldular. Geride öyküler kaldı. Kendini gecekonduda bulup basketbola kazandıran antrenörüne bir maç bileti bile göndermeyen uzun boylu basketbolcuların öyküsü…
****
Ünlü yazar J. Berger bu zıpçıktı anlayışı şöyle açıklıyor: “Çağdaş anlamda nihilistlik, kar peşinde koşmayı tüm toplumsal faaliyetlerin başlıca amacı kabul ettiğinden, başka herhangi bir düzeyde üstünlüğe inanmayı reddeder; yani ona göre her şeyin bir fiyatı vardır.(*)
(*) John Berger / Kıymetini Bil Her Şeyin
16.09.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

bursaspor esiyor

BURSASPOR RÜZGARI

O ilk günlerdeki “inanmazlık” yerini yeşil beyaz renklerin hâkimiyetine terk etmeye başladı. Bursaspor’un şampiyonluk rüzgârı daha yeni yeni esiyor, diyebiliriz.
****
Meydan Gazetesi’nin “Meclis’te Timsah Var” başlığıyla manşetten verdiği habere göre, AKP Bursa milletvekili M. Emin Tutan TBMM kürsüsüne boynunda Bursaspor atkısı ile gelmiş. Konuşması bitince de yeşil beyazlı atkıyı oturumu yöneten MHP’li Meral Akşener’e hediye etmiş. Bu arada geçerken CHP’li Kemal Anadol’un yakasına bir Bursaspor rozeti iliştirmeyi ihmal etmemiş.
Yine yazılanlara bakılırsa genel başkanlığı neredeyse tıpatıp timsahın şampiyonluğuna benzeyen CHP’nin yeni genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kendisine hediye edilen Bursaspor rozetini yakasında sakıncasız taşıyormuş.
****
Bursaspor’un şampiyonluğu kuşkusuz Bursa’daki diğer spor branşları tarafından da sevinçle karşılandı.
Bursa GSİM Dağcılık İl Temsilciliği tarafından Uludağ zirveye yapılan tırmanış Bursaspor’un şampiyonluğuna adanmış. Bursaspor formaları ve bayraklarıyla zirveye çıkan dağcılar burada geleneksel timsah yürüyüşü yapmayı ihmal etmemişler.
İl Temsilcisi Ahmet Köse " her Bursalı gibi şampiyonluktan büyük bir gurur duyduk, Bursa’lı dağcılar olarak Bursaspor’umuzun şampiyonluğunu Kuşaklıkaya zirvesinde kutlamak ayrıca heyecan vericiydi” demiş.
****
Milliyet spor yazarı Ercan Güven köşesinde Bursaspor’la ilgili olarak önemli değerlendirmelerde bulunmuş.(*)
Spor yazarı Güven, “Ertuğrul Sağlam’dan önce Bursaspor’da Güvenç Kurtar, ondan önce Samet Aybaba vardı. Kurtar kısa kaldı. Ama şampiyon Bursaspor’un temellerini Samet Aybaba’nın attığı iddia edilebilir pekâlâ... İspat da edilebilir. Beşiktaşlı kimliği yüzünden Bursa’da asla rahat bırakılmayan Samet Aybaba, göreve geldiği 2007 yılında, işe temizlikle başladı. Kaleci Vega, Volkan Bekiroğlu, İsmail Güldüren, Cihan Haspolatlı, Egemen, Ömer, Eser, İbrahim, Orhan Tum, Mbsuma, Sinan, Smulukovski ve Jason gönderildi. Üç büyüklerde bu değişimi yaparsınız. Kimse, “hop bi dakka” demez. Ama o tarihte bütçesi malum, hedefi sezonu kurtarmak olan bir takımda cesaret etmek her babayiğidin harcı mı? Peki, boşalan kadroyu nasıl onardı Aybaba? PAF takımından aldıklarıyla. Volkan Şen, Serdar Aziz, İsmail Odabaşı, Muhammed Demir, Eren Albayrak,
Bir de Sercan... A takımı kadrosuna alınmış, ama hiç 90 dakika oynamamış Sercan Yıldırım’a formayı Samet Aybaba zimmetledi. Transfer ettikleri mi? Bazılarını tanıyorsunuz:
Şampiyon Bursaspor’un kadrosundaki Kaleci İvankov, Kirita, Mustafa Keçeli, İbrahim Öztürk ve Bekir Ozan Has mesela. Kim bilir, belki de bugünleri düşleyip futbolcularına İngilizce dersane açtı tesislerde Samet Aybaba. Zamanı gelince yurtdışına giderlerse zorluk çekmesinler diye her halde. Bu işler böyle. Bayrağı her teslim alana, teslim edenin büyük/derin/şiddetli etkileri vardır. Kimi tuğla koymuştur inşaata, kimi örülmüş duvarı yıkmıştır. Ertuğrul Hoca şanslılardandır. Samet Aybaba’nın temelini attığı, Güvenç Kurtar’ın özenle koruyup teslim ettiği Bursaspor’un zirve taşını o koymuştur. En önemli, en büyük, en sağlam taş... Ama altı sağlam olmasa, mümkün değildi.” Diyor.
Adı devrim ise bu şampiyonluğun o zaman övgüler kadar eleştirilerin, hatırlatmaların ve yepyeni değerlerin, hatta farklı yapılanmaların ortaya çıkacağını hep beraber göreceğiz, demektir.
(*) Milliyet 26.05.2006
26.05.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

esası görmek

ANADOLU KARDEŞLİĞİ

Anadolu Spor Gazetecileri Derneği (ASGD) biliyorsunuz 1992’de Bursa da kurulmuş ve ülke çapında örgütlenmiş bir medya meslek örgütüdür. Yaygın ve güçlü İstanbul medyasının spordaki sultasına tepki olarak doğmuş ve Anadolu’daki itilmiş spor gazetecilerinin sesi oluvermişti.
ASGD, şimdi bir Anadolulu olarak kendine yakışanı yapıyor. Futbol bahanesiyle toplumsal gerginlikleri derinleştirmeye toplumumuzu bölmeye, parçalamaya çalışanların karşısına dikiliyor.
ASGD, Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti ile birlikte “top” nedeniyle oluşan Bursa Diyarbakır kırgınlığını aşmak istiyorlar.
Adını “Bursa Diyarbakır Dostluk Projesi” olarak belirlemişler. Türkiye Gazeteciler Federasyonu ve her iki şehirden sivil toplum örgütleri projeye tam destek veriyorlar.
****
Proje, ASGD lokalinde genel başkan ve Meydan Gazetesi genel yayın yönetmeni İbrahim Erdoğan tarafından kamuoyuna duyuruldu. Erdoğan’ın konuşmasının satır başları şöyle: “ Statlarda olan münferit olaylar bazen o heyecan içinde bir anda tribünlere yayılabiliyor. Bu gereksiz ve anlamsız gerilimler sonuçta nahoş olaylara yol açabiliyor… Yaşanan gönül kırgınlıklarının, yürek sızılarının tanığıyız. Ancak meseleler soğuyunca, üzüntü duyulup pişman olunuyor... Bunların aşılması için bizim gibi sivil toplum örgütlerinin sosyal sorumluluğu vardır.”
16-18 nisan tarihlerinde davet edilen 30-35 kişilik Diyarbakırlı sivil toplum yöneticisi Bursa’da ağırlanacaklar. Birlikte Bursaspor-Gaziantepspor maçını izleyecekler.
Erdoğan’ın belirttiğine göre konuklar bu projeyi destekleyen Bursa Valisi Şahabettin Harput ve Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ile de buluşacaklar.
Tabi bir de bunun iadei ziyareti olacak, daha sonraki bir tarihte de Bursalı ev sahipleri Diyarbakır “deplasmanına” gidecekler.
Ne güzel işte bahaneyle çiğ köfteler, iskenderler, künefeler, kestane şekerleri yenecek; şıralar, ayranlar belki rakılar içilecek… Şakalar yapılıp, gevezelikler edilecek… Şeker afiyet olsun, bizler için de yenip içilsin.
****
Yani anlayacağınız; Bursaspor ile Diyarbakırspor arasındaki maçlarda yaşanan “mahalle kavgası” tadında bırakılmak isteniyor.
Ee, doğrusu da bu değil mi?
Bu tip kavgalar çocukların gazozuna yaptıkları mahalle maçlarında belki sevimli oluyor ama doğrusu böylesi en azından Anadolu kültürüne yakışmıyor.
Anadolu mayasının horasan erenlerince atıldığı unutulmamalıdır. Ahmet Yesevi’nin öğüdü “kimsenin kalbini kırma; garibi, merhemi ve yoldaşı ol” idi. Hacı Bektaş ise “bir olalım, iri olalım, diri olalım” diyordu. Yurdumuz, Anadolu bu maya ile kaynaşmıştır.
Şer güçlerinin ve emperyalizmin standart taktiğinin “böl, parçala, yönet” olduğu hatırlanırsa uluların ne demek istediği daha iyi anlaşılır.
İhtiyacımız olan şey, kardeşliktir.
09.04.2010 / BURSA MEYDAN GAZETESİ

Yoksul ve Aykırı İbrahim'in Ölümü

                         OYUNCUNUN ÖLÜMÜ
          “Hayatla sanat iç içedir.”
          Sinema ve tiyatro insana insanlık hallerini göstermede son derece etkilidir.
          Senaryoları hayattan aktarılan yani gerçekten düşe geçen öyküler bir bakarsınız sahneden hayata akan gerçeğe dönüşüvermiştir.
          Sanat keskin bir bıçaktır. Yaşadığı anın farkında olmayan insanları uyandırır. En somurtkan insanları kendi haline güldürür. En gamsızları hüngür hüngür ağlatır. İnsan,sahnede benzerini görünce nasıl bu kadar ahmak olabildiğine kızar. Her gün duyduğu okuduğu ölümlerin sebepsizliğini hissettiğinde hüzünlenir. Bazen de Allahına kadar isyan eder.
         Gerçeğe en yakın olmak sanatın en temel ayıracıdır. Ne kadar çok düşsel imge kullanırsa kullansın; eğer bir şey sanat yapıtı ise insanlar onu kolayca ayırt ederler.
       
          “Sen uyursan herkes ölür”
          Yönetmen Levent Semerci’nin “Nefes” isimli filminin fragmanları televizyonlarda ve internet sitelerinde dönmeye başladığında “nöbette uyumanın” ne derece önemli bir gaflet olduğu hatırlandı.
          Güneydoğuda görev yapan bir askeri timin haleti ruhiyesinin anlatıldığı filmde komutan nöbette uyuyan erleri usul gereği birliğin önünde teşhir ediyor. Bu vesileyle bütün birliğe sesleniyor: “Nöbette uyumayacaksın, sen uyursan herkes ölür.”
          Kimi yazarlar bunu genelkurmayın “malum açılıma cevabı” falan gibi sundu. Ama artık bu tip şeylere inanan pek kalmadı.
          Film, 29 Ekimde vizyona girecek.
      
          “Yazıyor...”
         17 Ağustos 2009  tarihli Elazığ Günışığı Gazetesi Koçyiğitler Karakol’unda meydana gelen bir patlama sonucu dört askerin şehit olduğunu yazdı.
          Elazığ Valisi Muammer Erol patlamanın cinnet ya da terör sonucu değil, tamamen bir kazayla gerçekleştiğini belirtti. İbrahim Öztürk, İbrahim Yanan, A. Osman Altın ve Mesut Bulut adlı askerler şehit olmuşlardı. Birlikte yapılan törenden sonra cenazeler memleketlerine gönderilecekti.
       
          “Genç Ölümler...”
          Bu ülkede ne kadar çok ölüm oluyor. Ve Nefes filmindeki komutanın dediği gibi bu ölümlerin çoğu bir ajans haberi kadar iz bırakıyor. Oysa her birinin anlatacağı kim bilir ne çok şeyi, ne kadar çok umudu vardı?
      
          “Mandalı Bırakmazsan Yaşarsın!..”
          26 Ağustos 2009 tarihli Radikal gazetesi: Patlama sonucu ölen dört askerin ailelerini şok eden iddia… Nöbette uyuyan askerin eline pimi çekilmiş bomba verilmiş. 45 dakika yardım isteyen er gücü tükenince patlama olmuş.
          26 Ağustos ta Taraf gazetesinde Mehmet Baransu’nun yazdığına göre: Uz. Çavuş Şakir Akcan İbrahim Öztürk ve Ahmet Şensoy isimli askerlerin nöbet yerinde uyuduğunu görüyor. Bunu kanıtlamak için Öztürk’ün el bombasını ve Şensoy’un silahının alev gizlemesini alıyor. Kanıtları teğmen Mehmet Tümer’e teslim ediyor. Teğmen mevziye giderek İbrahim Öztürk’e el bombasının nerde olduğunu soruyor. Ardından el bombasını askere verip pimini çekiyor. “Mandalı bırakırsan ölürsün, bırakmazsan yaşarsın” diyor.
          Asker elinde pimi çekilmiş bomba ile birkaç kez teğmenin yanına giderek bombanın pimini istiyor. “25 yaşıma geldim, 75 gün askerliğim kaldı; beni öldüreceksiniz.” Diyor. Komutan aldırmıyor; askeri mevziye gönderiyor. Ve patlama oluyor.
      
                                                                   Şehit Askerlerin Cenaze Töreninden...

          “Şehitler, Şehitler…”
         28 Ağustos 2009 tarihli Milliyet’in haberi: Elazığ Karakoçan da sessiz tören. Şehit cenazelerinde ağızları bıçak açmadı. İbrahim Öztürk’ün Tarsus’ta yaşayan dayısı Emin Ayhan “Bu işin peşini bırakmayacağız. Yeğenim cahil değildi. Vatansever ve bilinçli bir çocuktu.” Dedi.
          Şehit A. Osman Altın'ın babası A. İhsan Altın, olaya sebep olduğu öne sürülen teğmen hakkında davacı olmayacaklarını söyledi. “Teğmen hakkında davacı olmayacağım. Devlet nasıl olsa cezasını verecek. Devletime, milletime güveniyorum” dedi.
          29 Ağustos Milliyet gazetesin de yer alan genelkurmay açıklamasına göreteğmen Mehmet Tümer bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olmaktan tutuklandı” Aynı gazetenin haberine göre DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis meclise verdiği soru önergesinde son 20 yılda eğitim zayiatı olarak nitelenen kaç ölüm olduğunun açıklanmasını istiyor.
       
          “Anılarımızda Yaşayacak”
          4 Eylül 2009 da Bursa da ki yerel gazetelerin köşe yazarlarına ve bize de gönderilen e-posta; “Çürümüş Bunlaradlı kısa filmin oyuncularından ve Kayıp Sahne Sanat Grubumuzun kurucularından arkadaşımız İbrahim Öztürk’ü, Elazığ Karakoçan’daki patlamada kaybetmenin üzüntüsünü taşımaktayız, diye başlıyor şöyle devam ediyordu:
          (…) Kayıp Sahne Sanat Grubu, çekim çalışmaları devam eden, “Palyaço Umut” un yanı sıra şu anda hazırlıkları devam eden “Orhan Veli” adlı 2 perdelik tiyatro oyununu da 17 Ekim’deki ilk gösterimini İbrahim Öztürk’ün anısına gerçekleştirecek. Kayıp Sahne Sanat Grubu’nun “Orhan Veli” isimli oyununun 17 Ekim’deki ilk gösterimi Bursa’nın Nilüfer ilçesindeki Uğur Mumcu salonunda saat:20.00’de olacak. (…) “Çürümüş Bunlar”, arkadaşımız, dostumuz İbrahim Öztürk’ün oynadığı son film olmayacak; o bundan sonra Kayıp Sahne’nin ortaya çıkardığı her eserde anılarıyla ve emeğiyle var olacak. Saygıyla ve Sevgiyle anıyoruz.   
          Aşağıdaki röportaj bu minvelde gerçekleşiyor.


                                                   Kayıp Sahne Sanat Grubu Güney Solak ve Arkadaşları

       Oyuncunun Ölümü / Röportaj Bağlamında...

          İbrahim Öztürk için arkadaşlarının gösterdiği çabayı anlama isteğiyle Bursa Kayıp Sahne Sanat Grubunun kurucularından Güney Solak ile üyeler Veysi Atlı ve Yaprak Kadaganlı ile söyleşiyoruz.

          Kayıp Sahne Sanat Grubu nasıl kuruldu?
          Başlangıçta grup kitap okuma topluluğu olarak bir araya gelmişti. Edebiyata ve sanata ilgi duyan Uludağ Üniversitesi öğrencileri ve farklı kesimlerden insanlar okudukları kitapları tartışırlardı. İbrahim Öztürk de bu arkadaş grubu içindeydi.
          Daha sonra benim (Güney Solak) ortaya attığım, kısa metrajlı bir film çekme düşüncesi kabul gördü. Oyunculuğa ilgisi olan İbrahim’le beraber bu grubu oluşturduk.
          İbrahim’in bir anlamda başrol oynadığı “Çürümüş Bunlar” isimli kısa filmi Kafka’nın bir öyküsünden uyarladık. Hayata tutunamayan bir insanın öyküsüdür.

           Grubunuz çalışmalarını nerede sahneliyor?
          Sokaklarda… Bursa da heykel ve civarında, köylerde, her yerde… Nazım Hikmet’in “memleketimden insan manzaralarını oyunlaştırdık” her yerde oynadık. Biz amatör bir topluluğuz. Bazen de belediyelere ait tiyatro sahnelerini kullanıyoruz.

          İbrahim de üniversite öğrencisi miydi?
          Hayır. Lise mezunuydu. İşçiydi. Daha doğrusu birçok işe girip çıkmıştı. Otomotiv yan sanayide çalıştı; pazarcılık yaptı. Askere gitmeden önce yine işsiz kalmıştı.

          Böyle bir konumda sanatla ilgilenmek alışılmışın dışında değil mi?
          Farklı biriydi. Roman okumayı çok severdi. Vedat Türkali hayranıydı. Oyunculuk ilgisini çekiyordu.

          Nereliydi?
          Diyarbakırlıydı. Kürtçe şarkılar söylemeyi severdi.

          Politikayla ilgileniyor muydu?
          Evet. TKP’nin eski bir üyesiydi. Ben de aynı partinin üyesiyim. Ancak İbrahim ayrılıkçı Kürt hareketi içinde değildi. Şiddetten hoşlanmazdı. İbrahim neşeli, esprili, deli-dolu renkli bir kişiydi.

          İbrahim’in oyunculuğu nasıldı size göre; ümit vaat ediyor muydu?
         Dediğim gibi bu konuyla çok ilgiliydi. Çaba harcıyordu. Bazı dizi ve filmlerde oynamıştı. Örneğin Samanyolu TV de yayınlanan “yeşeren düşler” dizisinde oynamıştı. “Enternasyonel” isimli sinema filminde oynamıştı. Ama sonra onun bulunduğu sahneler kurguya girmemiş. O kadar çekim yaptık sadece ensem görünüyor, diye hayıflanır ve gülerdi.

          “Yazıyooor...”
         
          Hakkâri Şemdinli’deki çatışmada 4 asker şehit oldu. 9 Eylül Eruh ve Çukurca’da terör kanlı yüzünü gösterdi. 8 asker şehit oldu.
          Van’da mayın patlaması sonucu 2 asker şehit oldu.
         10 Eylül 2009 İstanbul’da sel felaketi onlarca kişi kayıp, 31 ölü var.
          Bir tekstil firmasına ait kapalı kamyonetten 7 kadın işçinin cesedi çıkarıldı. Sel sularıyla sürüklenen malların hesabı yapılıyor. Yağmacılar işbaşında… Diye yazıyor gazeteler…Diye yazıyor gazeteler...Diye yazıyor...

12 EYLÜL 2009 / yazılan ama basılmayan yazılar'dan

11 Şub 2011

golf lazım mı abi

GOLF ?
TEMA Vakfı Onursal Başkanı Hayrettin Karaca, golf sporunun ülkemizde ve dünyada çevre sorunlarını artırdığını söylüyor. Meydan Gazetesi’nin haberine bakılırsa, Toprak Dede konuyu çarpıcı rakamlarla irdeliyor. Sadece golf sahalarını yeşil tutabilmek için kullanılan bir günlük su miktarının 4,7 milyar insanın günlük su gereksinimi kadar olduğunu söylüyor. Bununla beraber golf sahalarının bakımı için yapılan aşırı gübreleme ve ilaçlamanın yaratacağı ciddi çevre sorunlarına dikkat çekiyor. “Bizi aldatıyorlar, golf turizmi Türkiye ye kazandırmaktan çok kaybettiriyor” diyor. (*)
TEMA Vakfı ve Toprak Dede’nin Türkiye için gösterdiği duyarlılık kamuoyunca bilinmektedir. Bu sözlere kulak vermek gerekiyor. Onlar sadece bu konuda değil; Turgutlu Çaldağı’nda İngiliz SARDES şirketinin nikel madeni çıkarmak için keseceği 2 milyona yakın memleket ağacı için de dertleniyorlar. Tahripkâr maden işletmelerinin toprağımızı ve doğamızı kirletip, yok edileceğini duyuruyorlar.
Ama insanın canını asıl acıtan yağmacıların güzel ülkemizin her türden zenginliğini hırsızlamaya çalışması değildir. Bu kadar orman fakültesinin şu kadar ziraat fakültesinin, maden fakültelerinin olduğu ülkemizde sesi en az bu yurtsever dede kadar gür çıkacak yeterince aydın ve bilim insanının olmamasıdır.
****
Gelelim golfa…
Golfun anavatanı çimlerin kolayca yeşerebildiği bol yağışlı İngiltere’dir. Golf ABD, İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerde özellikle zenginlerin ilgi gösterdiği bir spordur. Ancak anlaşıldığına göre golf sahalarının bakımının güç olması ve yarattığı çevre sorunları nedeniyle golf sahaları “gelişmekte olan” ülkelere ihale edilmektedir.
Golfun ülkemizdeki macerası bu çerçevede olmuştur. Ana yemek “turizmle” hazırlanmış, üzerine “spor” sosu gezdirilmiş; ardından da “yiyebildiğin kadar ye” diye önümüze sürülmüştür.
Golf Federasyonu Silivri’deki Klasis Kulüp sahasında, o yöreden seçtiği gençleri eğiterek Türk Milli Takımına sporcu yetiştiriyor. Tabi esas itibarıyla bu gençler ileride golf turizminde nitelikli eleman olarak iş bulma olanağı da elde ediyorlar.
Zengin sporu olarak bilinen golfun hedefi kitle sporu olmak falan değildir. Amaç turizm gelirlerini artırmaktır. Türkiye Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu’da bunu destekliyor; turizm şirketlerinin gelirlerini artırabilmesi için güneyde daha çok golf sahası yapılması gerektiğini söylüyor.
Fakat Antalya’nın golf merkezi olarak seçilmesi doğaseverleri, çevreci örgütleri, TEMA vakfını harekete geçiriyor. Toprak Dede’yi kızdırıyor. Yurtseverlerin tepkisini çekiyor.
Meteorolog Bünyamin Sürmeli durumu şöyle özetliyor: “Türkiye de kişi başına yıllık su tüketimi 1500 metreküptür. ABD ise 16.000 metreküp ile su zengini bir ülkedir. Buna rağmen orada bile golf sahalarının su kaynaklarını tüketmesi ve doğaya olumsuz etkileri konuşuluyor. Sorun sadece su kaynaklarını tüketilmesi de değildir. Bu sahalar için kullanılan yıllık kimyasal gübre ve ilaçlar tarım için kullanılanların tam 6 katıdır. Bu kimyasalların bir süre sonra sızarak yeraltı su kaynaklarına ulaşması ve onları da kirletmesi söz konusudur.” Diyor ve ekliyor “ Golf sahalarının olduğu bölgeye zengin turistlerin gelmesi belki ekonomiye katkı sağlıyor ama bu sahaların sayısının artması fiyatları düşürecektir. Bu nedenle beklenen turizm geliri sağlanamayacağı gibi kaynaklarımızı da tüketmiş olacağız.”
****
Golf sporunun iki ana prensip üzerine inşa edildiği söylenir. Bunlar, oyuncuya ve sahaya saygı’dır. Güzel, güzel de…
Ya vatan toprakları, onlar saygıyı hak etmiyor mu acaba?
(*) Meydan Gazetesi 04.06.2010
23.06.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

şampiyon bursaspor

BURSASPOR SEN ÇOK YAŞA

Kuşkusuz 16 Mayıs Pazar günü Türkiye futbol tarihinin en unutulmaz gecelerinden biri oldu.
Bursaspor’un şampiyonluğu zor ve sancılı bir doğumla gerçekleşti.
Gerçeğin ve yalanın, sevincin ve acının, sevginin ve nefretin bir arada yaşandığı o gece Bursa’nın “nur topu gibi bir şampiyonluğu” oldu.
Görmeyen gözler görmeye, duymayan kulaklar duymaya, söylemeyen diller konuşmaya başladı.
Mucizenin mimarı Bursaspor, sen çok yaşa! (*)
****
Son maçında sahasında Beşiktaş’ı şampiyona yakışır bir futbolla 2-1 yenen Bursaspor, İstanbul’da Fenerbahçe’nin Trabzonspor’la 1-1 kalması üzerine kupanın sahibi oldu.
Fakat dedik ya, olağanüstü bir geceydi!
O doksan dakikalık süreç için de neler yaşanmadı ki!
Şampiyonluğun güçlü favorisi olan Fenerbahçe, Trabzonspor kalecisi Onur’u neredeyse topa tutmasına rağmen bir golden öteye geçemedi.
Bu arada nasıl olduysa Şükrü Saracoğlu stadına “Bursa maçının berabere” olduğu haberi uçtu. Menşei belirsiz bu “yalan” stat görevlisi tarafından anons edince, Kadıköy bir anda şampiyonluk havasına bürünüverdi. Futbolcular sevinç içinde maçın kalan son birkaç dakikasını top çevirerek geçirdi. Maçın bitmesiyle beraber saha ana baba gününe döndü. Taraftarlar, Bursaspor’a inat, timsah yürüyüşü bile yaptılar.
Fakat gerçeğin anlaşılması hiç de o kadar kolay olmadı. Sevincin yerini bir anda yıkıcı bir öfke aldı. Fenerbahçe taraftarı kırıp dökmeye, yakıp yıkmaya başladı. Polisle çatışıldı. Teknik direktör Daum tartaklandı. Bu kadar heyecanı kaldıramayan futbolcu Emre Belözoğlu bayıldı. Trabzonsporlu futbolcular ve taraftarlar uzunca bir süre stadyumda mahsur kaldı. Bu kaos içinde yanlış anonsçu Hakan Bingöl de başkan Aziz Yıldırım’dan “bir ton sopa” yedi. Hırsını alamayan başkan, polis aracıyla stadı terke eden teknik direktörün arkasından “söyleyin o Daum’a bir daha gözüme görünmesin” diye parmak salladı.
Yaaaa ya… Hoş değil yani…
O gece Bursa ve Türkiye yeni bir başlangıcın sevinciyle dalgalanırken güzel ülkemizde bunlar da yaşanıyordu.
****
Bu başarıdaki payı ortada olan Bursaspor teknik direktörü Ertuğrul Sağlam kuşkusuz şampiyonluğa en hazır olan kişiydi. Kimse inanmazken şampiyonluğa inancını vurguluyordu. Bursalılara “bizim için dua edin” diyordu.
O gece kameralarla kuşatılan Ertuğrul Sağlama sorudular: “hocam bu bir devrim midir?” diye. Hoca şöyle bir düşündü ve “biz 18 milyon liralık bir takımız ama ruhumuz 100, 200 milyon lira değerindedir. Yarından itibaren yeni Bursaspor için çalışacağız.” Dedi.
****
İşte artık nedense, Bursaspor şampiyon olduğu anda aklımız ve dilimize “Bursaspor Sen Çok Yaşa Kitabı” takılıverdi.
Bursalı gazeteciler İsmail Kemankaş ve Binay Kazan’ın Bursaspor’un serüvenini anlattıkları bu kitabı raftan indirip bir daha karıştırdığımızda arka sayfasındaki tanıtım yazısı gözümüze ilişti: “Her şey bir emek ve çabanın ürünüdür” diyordu.
Bursaspor ve Türk futbol tarihi yeniden yazılırken bu sözü iyi düşünmeliyiz.
Evet, büyük olunan kapıdan geçildi. Şimdi hedef, büyük olduğunu gösterme zamanıdır.
(*) Bursaspor, sen çok yaşa / İsmail Kemankaş, Binay Kazan 1992
17.05.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

yeşil timsahın safraları

TİMSAHIN KUYRUĞU

Spor yazarı Adem Vural bir sohbet sırasında “şampiyonluğa oynayan bir takım nasıl olur; o takımın taraftarı nasıl davranır ve o şehrin medyası ne yapar biz bunu bilmiyoruz. Bu konuda herkes biraz şaşkın ve acemi” diyordu.
Olana bitene bakıp da Adem hocaya hak vermemek mümkün mü?
Bursaspor Galatasaray’la deplasmanında golsüz berabere kalıpta liderlikten inince kaşların çatılıverdiğini, homurtuların yükseliverdiğini gördük.
Hakikaten gel gitler arasında savruluyoruz.
Sevincin yanında üzüntü, gururun yanında aşağılık kompleksi, başarı isteğinin yanında başarı korkusu, aklıselimin yanında boşboğazlık, açık yürekliliğin yanında entrika tacirliği…
****
“Bursaspor’umuza başarılar dileriz” yazılarının altında belediye başkanlarının, tanınmış siyasetçilerin, parti teşkilatlarının, dershanelerin ve tanınma derdindeki bilumum zevatın imzaları yer alıyor.
Fabrikalar, dükkânlar, siteler, alışveriş merkezleri, mahalleler en büyük yeşil beyazlı bayrağı nereye asarız, derdindeler.
Ne şehir plancısı, ne harita mühendisi ne inşaat mühendisi olamayan kerameti kendinden menkul “bilirkişiler”, stadın yerinin neden Velodroma taşındığını irdeliyorlar. Bunun üzerinden hesaplaşmalar yapılmak isteniyor.
Hazır sahne kurulmuş millet gözünü cambaza dikmişken, bende bir görüneyim diyenler “o stadı da verin, bu stadı da verin” diye savuruyorlar.
Maç için fabrikalar tatil ediliyor.
Başbakanın sözünü ettiği gibi aralarında 200 liraya işçi çalıştıran var mı bilemeyiz ama kendi işçilerini işyerlerine taşımaktan kaçınan şirketler, maç için yeşil beyaz süslenmiş otobüslerle taraftar taşıma yarışına girişiyorlar.
Spor yapmak isteyen çocukları tenis kortuna parasız sokmayan; beton kortun saatine 20 lira isteyen çağdaş belediyeler, maç için onlarca otobüsü bedava kaldıracağını ilan ediyor.
Timsahın kuyruğuna tutunan tutunana…
Timsahın kuyruğuna tutunanların her durumda kazanan taraf olma derdinde olduklarını anlıyoruz.
****
Bu sezon başarılı ve bir o kadar da şanslı bir dönem yakalayan Bursaspor, Anadolu ateşini harlayan takım oldu. Bütün Anadolu’nun kalbi dün nasıl Sivas için attıysa bugün de Bursaspor için atıyor.
Şampiyonluğun el uzatılsa alınacak bir mesafede olması herkesin soluğunu kesiyor. Stresle başa çıkmayı beceren büyüklüğünü gösterecektir. Bu öyle “vermeyince mabut neylesin Sultan Mahmut” kaderciliği ile açıklanamayacak kadar büyük bir mücadelenin net sonucu olacaktır.
Kuyruğuna tutunanlar rahat olsun, diye söylüyoruz.
Timsahın kuyruğu uzun…
Yüreği de mangal gibidir, umarız…
28.04.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

puştluğun alemi yok

“BABİALİ PUŞTLUĞU”

Bursaspor’un nicedir lig liderliğini sürdürmesine ve şampiyonluğun en yakın adaylarından biri olmasına karşın; Babıâli basınında neredeyse görmezden gelinmesi bize çok manidar geliyordu.
Yahu bu nasıl iş, Bursaspor Türkiye süper liginin lideri iken İtalya, İspanya ligi takımlarına bile Bursaspor’dan daha çok yer veriyorlar, diye düşünüyorduk ki Aydın Doğan’ın kullandığı “o deyim” düştü bir yerlerden beynimizin tabanına: Babıâli puştluğu…
Ama hayır, sakın öyle anlamayın; yani bu sadece bir çağrışım.
****
Nisanın ilk haftası Gazeteciler Cemiyeti ile Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği “Aydınlarla Yüz Yüze” söyleşisine konuşmacı olarak çağrılan ünlü medya patronu Aydın Doğan’a aittir.
Bilindiği gibi aynı gün kendisine TGC tarafından bir ödül verilmiştir. Ayrıca Bursaspor kulübünün onur üyesi yapılarak bir de adının yazılı olduğu forma hediye edilmiştir. Aydın doğan’ın Bursa ziyareti doğal olarak yaygın basında da yer buldu.
Nuri Kolaylı’nın yönettiği söz konusu etkinlikte salon tamamen doluydu. Katılımcılar arasında milletvekilleri, eski bakanlar, gazeteciler ve bürokratlardan müteşekkil özel bir “dinleyici” topluluğu dikkat çekiyordu.
Aslında oldukça yararlı bir kültürel etkinlik olan bu toplantıların formatı gereği sunumdan sonra konuşmacılara doğrudan sorular yöneltilebiliyor. Ancak Aydın bey’e soruların yazılı olarak iletilmesi istendi. Söyleşinin sunucusu Nuri Kolaylı da bunlar içinden uygun olanları patrona yöneltti.
Bizim gibi Aydın beyi ilk kez dinleyenler, karşılarında halim-selim, görmüş-geçirmiş, babacan gibi sıfatlarla ifade edebilecekleri bir konuşmacı buldular. Ancak bu niteliklerin kurtlar sofrasından tok kalkmak için yeterli olmadığını “o deyimi” uluorta kullanıverince biraz da irkilerek hatırladık.
Hürriyet’ten olaylı biçimde ayrılan Emin Çölaşan’la ilgili bir soruyu yanıtlarken; “Satılık basın, mütareke basını diyordu. Emin çık söyle, bunu kime diyorsun. Bana diyorsan cevap vereyim, diyordum. Hürriyet için söylemiyorum diyordu. Tabiri caizse Babıali puştluğu yapıyordu.” Diyordu.
Bu ağır sözleri patronluğun, güç sahibi olmanın doğal ses tonuyla hatta babacanca bir ifadeyle söylüyordu.
****
Babıali(*) ve puşt(**) kelimelerinin bir araya gelerek bir deyim oluşturduğunu ilk kez duyuyorduk. Hemen Atasözleri ve Deyimler Sözlüğünü açıp tam olarak ne anlama geldiğini öğrenmek istedik. Fakat böyle bir atasözü ve deyime rastlayamadık. Demek ki bu sıfat, Babıâli milleti arasındaki bir jargon. (***)
Bursaspor onursal üyesi Aydın Doğan, tarzını beğenmesek de bu sıfatı topluma mal etmiştir. Fakat “Babıâli Puştluğu’nun” ne anlama gelebileceğini ya da hangi durumlarda kullanılabileceğine toplum olarak, hep beraber karar vereceğiz.
En başta da dediğimiz gibi Bursaspor’u yok sayma onların sorunu; yoksa şu gün itibarıyla hala lideriz yani…
Âlemi yok dimi?
(*) Babıali: Osmanlının son döneminde hükümete ve sadrazamlık binasına verilen isimdi. Aynı zamanda İstanbul basını tanımlamakta kullanılmıştır.
(**) Puşt: TDK sözlüğüne göre; güvenilmez, kalleş, demektir.
(***) Jargon: Dar bir topluluğa özgü dil
20.04.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

şampiyon geliyor

BURSASPOR O YOLDA

İki buçuk ay önce bu köşede yayınlanan bir yazımızda “Bursaspor neden şampiyon olmasın ki” diye sormuştuk. Başarılı olmak için önce “öğrenilmiş çaresizlikten” kurtulmak ve en önemlisi başarıyı gerçekten istemek gerektiğinden söz etmiştik.
O günden bu güne köprülerin altından çok sular aktı.
Ve şimdi yaygın basında Bursaspor’un şampiyonluk adaylarından biri olduğu yazılmaya başlandı.
Fenerbahçe teknik direktörü Rijkaard: “Şampiyonluk yolunda sadece bir takım yok, birçok ekip var ama Bursaspor’u rakibimiz olarak görebiliriz” deme gereğini duydu.
Hoş değil mi?
Aynı teknik adam kılçık atmayı da ihmal etmedi tabi: “Rakipler Bursa’ya karşı büyük takımlara karşı oynadıkları gibi oynamıyorlar” buyurdu.
Bilmem kaç milyarlık takımların onlara göre zil yoksul rakiplerinden ürkmesi dün Sivasspor için, bugün Bursaspor için Anadolu da aynı duyguları uyandırdığını; ezilmiş ruhları okşadığını kabul edelim.
****
Batalla’nın Bursaspor’un şampiyonluğuyla ilgili bir soruya “aman ağabey, fazla dillendirme” tarzında kaçamak yanıt vermesini anlıyoruz.
Havaya girip rakiplerin açık hedefi olmaktan ve şampiyonluk beklentisiyle aşırı stres yüklenecek takımının hata yapmasından korkuyor.
Rijkaard her ne kadar Anadolu takımları Bursa maçlarına asılmıyor, gibi beyanlarla havayı bulandırmaya çalışsa da; işin onun düşündüğünün tersine olabilme ihtimali her zaman için daha fazladır.
Şampiyonluk her zaman çetrefilli bir yolun sonundadır.
Sporda başarı sadece fiziksel üstünlük ya da oyun becerisiyle elde edilir bir şey değildir. Saha dışından başlamak üzere oluşturulan çeşitli taktik ve politikalar üzerinden yürütülür.
Hele ki profesyonel futbol, oyun içinde oyunların oynandığı bir alandır. Bunları görebilmek, boşa çıkarabilmek; çoğu zaman sahada mücadele etmekten çok daha zordur.
****
Anadolu kulüpleri işe makûs kaderlerine isyan etmekle başladılar.
Şimdi sıra edindikleri başarısızlık alışkanlıklarını değiştirmeye geldi. Bu noktada Bursaspor’un şampiyonluk yolundaki en önemli engeli Anadolu kulüplerinin ruhuna sinen bu mendebur başarısızlık saplantısıdır.
Anadolu’nun silkinme vakti, uyanma vakti umarız gelmiştir.
Umarız bu vakit, o vakittir. Umarız vakit tamamdır.
Umarız… Umarız…
15.03.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

metabolik sendrom

     Fiziksel Aktivite Yoksa,
     Metabolik Sendrom Var.

     Sempozyum, sözcüğü Fransızca kökenlidir. Belli bir konuda düzenlenen oturum, seminer; bilgi şöleni gibi anlamlara geliyor.
     Geçtiğimiz hafta sonu İzmir Alsancak’taki Dokuz Eylül Üniversitesi rektörlük salonlarında tıpkı böyle bir bilgi şöleni vardı. Aynı üniversitenin Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Yüksek Okulu Başkanı Prof. Dr. Candan Algun’un öncülüğüyle düzenlenen “Aktiviteyle Değişen Geleceğimiz” sempozyumunda, hareketsiz yaşam tarzının insan sağlığı üzerinde yaratabileceği yıkıcı etkiler irdelendi.
     Katılımcı ve izleyici olarak bulunduğumuz oturumlarda fizyoterapist, hekim, farmakolog ve diyetisyen kökenli bilim insanları, sağlığı koruma ve hastalıkların tedavisi açısından fiziksel aktivite ve spor yapmanın önemine vurgu yaptılar. Çeşitli üniversitelerden konuşmacılar, çağımızda sadece yetişkinlerin değil çocukların ve gençlerin de hareketsiz yaşam tarzından kaynaklanan ciddi sağlık sorunlarıyla yüz yüze olduklarını belirttiler.
     ****
     Dünyada ve ülkemizde ölüm nedenlerinde birinci sırada olan kalp hastalıklarının en az yarısı metabolik sendrom denen hastalık belirtileri ile ortaya çıkıyor. Bu hastalık sadece kalp değil, kanser, polikistik over v.b birçok hastalığın oluşumuna da yol açabiliyor.

     Metabolik sendromun beş belirtisi şöyle
sıralanıyor:
• Elma tipi şişmanlık: Bel çevresi kalınlığının kadınlarda 80cm., erkeklerde 94 cm.den fazla olması,
• Tansiyonun 130 / 85 mm.Hg’dan yüksek olması,
• HDL kolesterol denen, iyi huylu kolesterolün erkeklerde 40 mg/dl, kadında 50 mg/dl’den düşük olması,
• Kan yağı (trigliserid) değerinin150 mg / dl’den yüksek olması,
• Açlık kan şekeri değerinin 100 mg/dl’den yüksek olması.
     Uzmanlar, kişinin bu beş risk faktöründen birine sahip olması halinde mutlaka diğer belirtilerin de araştırılmasını öneriyor. Eğer metabolik sendrom erken fark edilir de önlenebilirse kalp krizi ve şeker hastalığı riski azaltılabiliyor.
     Sendrom genetik özellikler barındırmakla beraber hareketsizlik, dengesiz beslenme, sigara kullanma, stres gibi nedenlerle tetiklenebiliyor. Nedenlerin başında bel çevresi şişmanlığı olduğu düşünüldüğünde özellikle Türk kadınlarının bu hastalığa yatkınlıkları anlaşılabilir. Zaten araştırmalar kadınlarımızın % 42’sinin ve erkeklerin % 29’unun metabolik sendromdan muzdarip olduğunu gösteriyor. Şişman çocuklar ve gençler için de durum benzerdir.
     Hareketsizlik giderek bir toplum sağlığı sorununa dönüşmektedir.
     ****
     Sempozyumda görüş bildiren hemen tüm konuşmacıların da belirttiği gibi metabolik sendromdan korunmanın en etkili yolu, fiziksel aktivitedir. İnsanların günlük yaşam içinde fiziksel aktivitelerini artırmaları, egzersiz yapmaları, spor yapmaları ve dengeli beslenmeleri gerekiyor.
     Formül isteyenler için öneri şu: Günde 10 bin adım yürümek bu tip hastalıklardan korunmak sağlık açısından iyi bir aktivitedir. Ama tabi ki fiziksel aktivitenin bisiklet sürmekten, merdiven çıkmaya, belediyenin parklara koyduğu aletlerle oynamaktan, halı sahada futbol oynamaya, yüzmeye ve diğer sporları yapmaya kadar onlarca yolu vardır.
     Oturgan bir yaşam sürmekten vazgeçmek aynı zamanda bir yurttaşlık görevidir. Kendi sağlığını koruyan insanlar ülkelerine ve çevrelerine hem maddi hem manevi olarak daha az yük olurlar. Bu açık değil mi?


14.01.2010 BURSA MEYDAN GAZETESİ

bursaspor'un şampiyonluk arifesi

BURSASPOR NEDEN ŞAMPİYON OLMASIN Kİ?
Bir yarışmaya katılıyorsunuz ve daha işin başında kazanamayacağınıza eminsiniz.
Garip değil mi?
Evet, garip ama gerçek; Turkcell Süper Lig’de oynayan “Anadolu” kulüpleri için durum ne yazık ki tam da budur!
****
Dilimizde üçlü anlamında kullanılan Troyka, Rusya’da üç atla çekilen kızak veya arabalara denir. Turkcell süper ligi de sanki İstanbul’un malum takımlarının çektiği bir troyka görünümündedir. Lig şampiyonluğu gören Trabzonspor’u unuttuğumuz sanılmasın ama dört büyükler serenadına “nedense” çoğumuz inanmayız.
Söylemek istediğimiz; bu gıllıgışlı takımlar dışındaki Anadolu kulüpleri sanki arabanın süsü gibidir. Şampiyonluk inançları hiç yok demeyelim ama yok denecek kadar azdır.
****
Geçen sezon son ana kadar mücadelesini sürdüren Sivasspor, ligi ikinci sırada bitirdi. Kimse adını bir türlü koyamadı ama bütün Anadolu yüreği ağzında bir “mucize” bekledi. Olmadı. Aynı Sivasspor bu sezon ligin son sırasındaki üç takımdan biri konumunda.
Bu yıl ilk yarının üçüncüsü Bursaspor ve dördüncü Kayserispor benzer bir performans sergiliyor. Ancak samimi olmak gerekirse kimse bu takımlardan bir şampiyonluk beklentisi içinde değildir.
Oysa Bursaspor bal gibi şampiyon olabilir.
Neden olamasın ki?
Buraya kimsenin babasının hayrına gelmedi ki; tabiri caizse yara yara geldi!
****
Esas mesele burada… Buna “öğrenilmiş çaresizlik” diyorlar. (*)
Kavram, Amerikalı psikolog Martin Seligman’a ait. Yapılan birçok hayvan ve insan deneyi çaresizliğin öğrenilen bir şey olduğunu ortaya koyuyor.
Yapılan bir deneyde cam bir kabın içine konan pireler izlenir. En çok zıplayanlar kapağa çarparak geri düşerler. Neden sonra pireler kapağa çarpmamak için daha az zıplamaya başlar. Deneyin bu aşamasında kapak açılır. Ancak pireler kabın dışına sıçramayı denemekten vazgeçmiştir. Oldukları yerde sıçrayıp dururlar.
Başka bir deneyde aç bir köpekbalığı ile aynı havuza bir balık konur. Yem durumundaki balık cam bir engelin içindedir. Köpekbalığı balığı yemek için yaptığı her hamlede burnunu cam engele çarpar. Bir süre sonra aradaki cam kaldırılır. Fakat çaresizliği öğrenen köpekbalığı artık bir engel olmamasına karşın balığı yemeyi aklına bile getirmez.
Bilim adamlarının insanlar üzerinde yaptıkları benzer deneyler de aynı sonucu verir: Pirelerin kafasını vurarak, köpekbalığının burnunu sürterek öğrendiği şey, çaresizliktir.
Bu çalışmalar üzerine Psikolog Seligman: “Bir kişi ne zaman ki yaptığı hiçbir şeyin bir fark yaratmayacağını inanır ya da inandırılırsa çaresizliği ve hiçbir şey yapmamayı öğrenecektir” sonucuna varır. Seligman’a göre “öğrenilmiş çaresizlik” canlılarda üç tip bozukluğa yol açmaktadır: Düşünme yeteneği zayıflığı, motivasyon ve yaşama sevinci kaybı…
****
Neyse ki, akıl ve izan sahibi insanların öğrenilmiş çaresizlikle başa çıkmaları mümkün. İlk adımda durum tespiti yapılarak farkındalık sağlanır. Ve istekler, inançlar parlatılır. Ardından hedef belirlenir: Bursaspor neden şampiyon olmasın ki?
Sahi, Bursaspor neden şampiyon olmasın ki?
(*) Mümin Sekman “Her şey Seninle Başlar”, Alfa Yayınları, 2009
24.12.2009 BURSA MEYDAN GAZETESİ

akdeniz oyunları 2009 italya

PESCARA ARTIK İTALYA’DIR!

Dört yılda bir tekrarlan Akdeniz Oyunları ilk olarak 1951 yılında Mısır İskenderiye’de yapılmıştı. Olimpiyat kurallarının geçerli olduğu oyunlara Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler katılabiliyor.
16. Akdeniz Oyunları bu yıl 26 Haziran 5 Temmuz tarihlerinde İtalya’nın Pescara şehrinde yapıldı. 23 ülkeden 4180 sporcu 28 spor dalında karşılaştı.
Akdeniz oyunlarına her zaman özel bir ilgi gösteren Türkiye yine 600’e yakın katılımcı ile en hacimli ülkelerdendi.
Oyunlarda Türk kafilesinde 21 kişilik sağlık ekibi görev yaptı. Hekim, fizyoterapist, diş hekimi, psikolog ve masörlerden oluşan ekip 24 saat kesintisiz sağlık hizmeti ile sporcularımıza büyük destek verdi. Bunu ekipteki beş fizyoterapistten biri olduğumuz için değil; sporcuların samimi ifadelerini aktarmak babından kaydediyoruz.
****
Naçizane gözlemlerimize göre İtalya gibi ülkelerin Akdeniz oyunlarına bakışı belirgin biçimde pragmatiktir. Bu oyunları vesile ederek ülkelerinin daha az gelişen ve daha az tanınan bölgelerini öne çıkarıp geliştirme ve tanıtma amacı güdüyorlar. Bir önceki oyunlarda İspanya da aynı şeyi yapmış, oyunları az bilinen Almera’da yaparak bölgeye turist çekmeyi amaçlamıştı.
Nihayetinde Roma’ya 240 km. uzaklıktaki Pescara da İtalya’nın çok tanınan bir şehri değildir. Adriyatik kıyısındaki Abruzzo eyaletinin dört şehrinden biridir.
Bölgenin turizm açısından canlandırılmasının hedeflendiği apaçık ortadaydı. Pescara’nın maskotu olarak seçilen ayıcık figürü elinde palet ve başında deniz gözlükleriyle resmediliyordu. Altta “bir deniz, bir rüya” sloganı dikkat çekiyordu. Bu arada Adriyatik’in kirlilik açısından bizim Gemlik Kumsaz’daki “masal denizinden” pek de farklı olmadığını hatırlatalım.
Öte yandan oyunlar nedeniyle hazırlanan çeşitli afişlerle İtalyan toplumuna yapılan uyarılar vardı. Bunlardan biri, spor yapmanın alkol tüketimini sınırlayacağını vurguluyordu. Bir diğeri ise Avrupa da 14 milyon şişman çocuk olduğunu ve bunun spor yaparak önlenebileceğini anımsatıyordu.
****
Ancak İtalya’nın Akdeniz Oyunları için iyi bir ev sahipliği yaptığı söylenemez. Açılış törenleri dışında pek ciddiye aldıkları bir şey yok gibiydi. Kafilelerin konaklama sorunu odalara sıkış tepiş yerleştirilmeyle çözüldü(!). Birçok spor dalı antrenman yapacak saha bulamadı. Yemekler genel şikâyet konularından biriydi. Kondisyon merkezlerinde su dolaplarının olmamasından tutun da temizliğe kadar bir dolu olumsuzluk göze batıyordu. O kadar ki Türk kafilesiden bazı federasyonlar oyunlardan çekilmeyi bile gündeme getirdiler. Genel müdür Yunus Akgül aksaklıklar konusunda sert demeçler verdi.
Aksaklıkları gidermede yavaş olan ev sahibi İtalya, bu kötü izlenimi silmenin yolunu bir anlamda “tribünlere oynayarak” görkemli bir açılışla sağladı.
Halk açılış seremonisinin yapıldığı Adriatico Stadını hıncahınç doldurmuştu. Spor karşılaşmalarına pek de ilgi göstermeyen İtalyanlar söz konusu dans, müzik, ışık ve havai fişek gösterileri olunca biletleri günlerce önceden tüketmişlerdi. Başbakan Silvio Berlusconi ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı Jacques Rogge hazır bulunduğu açılış törenleri beklendiği gibi İtalyan işi bir şenliğe dönüşüverdi.
16. Akdeniz Oyunları yoluyla dünya Pescara’yı gördü; Pescara’yı duydu.
Sporun gücü buydu işte; Pescara artık İtalya olmuştu.
09.07.2009 BURSA MEYDAN GAZETESİ

yoz

PROFESYONEL YOZLAŞMA

Profesyonel futbol büyük bir sektör…
Sektör dediğiniz zaman ekonomik kuralları olan bir iş çarkından söz ediyorsunuz demektir. Dolayısıyla diyelim tekstil sektörü firmalarının uymak zorunda oldukları yasalara profesyonel futbol kulüplerinin de uymaları gerekir.
Ama gerçekten böyle midir?
Herkes, hepimiz biliyoruz ki hayır!
Bunu bir tarafa bırakın. Bu spor şirketlerine kamuya ait araziler ve kaynaklar fütursuzca aktarılır.
Peki, buna yol veren kalabalıklar ne bekler bundan?
Beklediği; kendisini ifade edebileceği bir “şeydir”. Bu cömertliğe karşılık sadece bir şeye ait olmanın huzuruna ve ortak ruhuna karışıp kendilerinden geçmek isterler.
Ama bilesiniz; bu hiç de az şey değildir!
Politikacıların büyük bir ciddiyetle sürdürdükleri seçim kampanyalarında birini çıkarıp öbürünü taktıkları rengârenk kulüp atkılarını hatırlayalım.
****
Hadi buna bir gizli günah gibi hep beraber göz yumduk ve ortak olduk diyelim. Ya bu futbol sosyetesinin pespayeliğini nereye sığdıracağız?
Toplumumuzda yarattıkları hasarı gençliğimize verdikleri olumsuz örneklemi nasıl tamir edeceğiz?
Bu çerçevede geçen hafta spor basını tarihinde herhalde ilklerden biri yaşandı.
Basına yansıyan bir taciz mahalle ağzıyla deşifre edildi. Haber şöyle: Beşiktaşlı İbrahim Toraman’ın, Kayseri maçında taciz’e uğradığı ortaya çıktı! Siyah-beyazlıların önceki gün İnönü’de oynadığı maçın ardından Kayserili Cangele’yi Mustafa Denizli’ye şikâyet eden Toraman “Sık sık Cangele’yle tartıştık, kusura bakmayın. Fakat bana 6 kez parmak attı. Böyle bir terbiyesizlik olur mu? Gerçekten kendimi zor tuttum” isyanında bulundu. Denizli ise “Aferin. Zaten ben de atılacaksın diye çok korktum. Bunlar ne yazık ki futbolun içinde var” diyerek, oyuncusunu teselli etti. (**)
Rakibe bak, futbolcuya bak, hocaya bak; futbola bak! Tövbe, tövbe…
****
Tabi bununla ilgisi yok. Ama bir başka ilginç haber de Akşam gazetesinde yer alıyor. Yazının başlığı: Hakan Şükür kadın kuaförüne mi gidiyor? Tuğçe Tatari’nin köşesinde yer alan habere göre bu bayan gazeteci saçını yaptırmak için gittiği bayan kuaföründe tesadüfen Hakan Şükür ve kardeşiyle karşılaşıyor: “Şükür kardeşler birer kuaförünün önüne oturdu… Yarım saat süren bakım işleminden sonra çıktılar kuaförden… Hakan Şükür bebek mavisi bir kazak ve minik boy kola asmalı Louis Vuitton çanta takıyordu. Şimdi ben yorum yapmak istemem. Herkesin zevki kendine… Çok ilginç bir ülkede yaşadığımız gerçeği o gün kendini bir kez daha gösterdi.” (*)
Yazının devamından anlaşıldığına göre Şükür’le aynı kuaförde saç kestiren bayan yazara ilginç gelen ve onu şaşırtan esas şeyin dini bütün olmakla övünen eski futbolcunun nasıl olup ta kadın kuaföründe saç kestirip, bakım yaptırmasıymış.
Yani…
Futbol sosyetesinin önde gelen simalarından Hakan Şükür’ün kadın kuaföründe saç kestirmesinin ne mahsuru olabilir ki?
Esas mahsur profesyonel futbolun temelindeki yozlaşmada! Malumunuz oradan başlayıp insanların en mahrem yerlerine kadara uzanabiliyor.
(*) Akşam Gazetesi 15.02.2009
(**)Vatan Gazetesi 06.04. 2009
10.04.2009 BURSA MEYDAN GAZETESİ

bursaspor taraftarı ve atatürk'ün bursa nutku


  
           İSYANCI, ZARİF VE KARARLI

          Bursaspor taraftarları gerçekten de mücadeleci, yaratıcı ve özgürlükçü bir tablo sergiliyor. Bu özellikleriyle bazen takımın ve hatta çoğu zaman yönetimin bile önüne geçip yol gösteriyor; sürüklüyor.
          Bursaspor sevgisinde buluşan her kesimden insanın böylesine bir ortak akılla hareket etmesi, bir amaç uğruna çaba harcaması gerçekten heyecan vericidir.
          ****
          Düşünsenize bir bakıyorsunuz Tokatspor’la yapılan kupa maçında olduğu gibi; stadın yerinin değişeceği açıklamaları yapan siyasi iradeye inat isyan bayrağını çekip “Bu stat bizimdir, hükümete ne oluyor” diye yeri göğü inletiyorlar. Başbakana hakaret gerekçesiyle gözaltına alınanlar oluyor. Adliye önüne toplanan taraftarlar gözaltına alınan arkadaşlarına destek veriyorlar.
          ****
          Bir bakıyorsunuz en zarif organizasyonların ev sahipliğini üstleniyorlar. Düzenledikleri ödül töreni ile ülke gündemine giriyorlar. Bursasporum.com sitesi 5. kuruluş yıldönümü çerçevesinde Kent Meydanı Sergi salonunda “Hayatım Bursapor” adlı bir fotoğraf sergisi açılıyor. Ardından bir de ödül töreni düzenleniyor. Bu ödüllerden birini alan spor yazarı Mehmet Demirkol bakın neler yazıyor: “Hem beni, hem TRT Stadyum’u, hem her Salı program yaptığım Lig Radyo’yu ödüle layık görmüşlerdi. Ancak şaşırtıcı bir şey oldu. Dakika başı yayın organlarında insanların karşısına çıkmaktan biraz kaşarlaşmış hissettiğim bünyem heyecandan tir tir titredi. Doğru düzgün konuşamadım bile. Zira inanılmaz bir kalabalık vardı. Abartmadan söylüyorum Altın Kelebek ayarında bir balo düzenlenmişti. Sadece taraftar, kendi olanakları ve buldukları sponsorların katkılarıyla, kendi organizasyonlarını akıl ötesi bir mükemmeliyete ulaştırmışlardı. Düşünmeden edemedim tabii. Birkaç taraftar, bini aşkın insanı bu şekilde ağırlayacak bir organizasyonu yapabiliyorsa o şehirde neler yapılmaz ki!  O gece Fatih Terim’den ülke medyasının en önemli isimlerine kadar herkes orada hazırdı. Sadece bunu sağlamak bile bir güç ve yetenek ister. O gece bir kez daha ortaya çıktı ki, bu şehrin, en azından İspanya’nın Valencia’sı, Almanya’nın Dortmund’u ayarında bir takıma, stada, güce ve başarı sürekliliğine hakkı var. Bunu yapmak değil, yapamamak meseledir.”
          ****
          Evet, yine bir bakıyorsunuz ki kabına sığmayan bu büyük güç kendini ifade etmenin bir başka yolunu buluyor. Ve Teksas / Fan Clup dergisi diye bir dergi çıkarıyor.
Dergi ilk sayısında ve ilk sayfasını Büyük Atatürk’ün Bursa Nutku’na ayırıyor:
          Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”
          Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”
          İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!
          ****
          Futbol sadece futbol değildir, doğru! Ama zaten Bursaspor taraftarı da sadece taraftar değildir.

02.04.2009 BURSA MEYDAN GAZETESİ

10 Şub 2011

bedel

REFİKİMİZ OBAMA HÜSEYİN’DEN ÖNCE

Spor her zaman egemenlerin emrinde olmaya zorlanmıştır.
Ama özünde olan o beklenmedik, alışılmadık başkaldırıların sahnelenmesine de hiçbir güç engel olamamıştır.
****
Adolf Hitler’in dünyayı yakmasından hemen önce 1936 Berlin Olimpiyatlarında böyle olmuştu. Nazi propagandası için iyi bir fırsat olduğu düşünülen oyunlarda her şeyin yolunda gittiği düşünülürken sahneye “pek de üstün bir ırktan olmayan” zenci atlet Jesse Owens çıkıvermişti. Amerikalı atlet üstelik “çıplak ayakla” rekorlar kırarak dört altın madalya kazanıverince Hitler stadyumu terk etmişti.
****
1968 Mexico Yaz Olimpiyatları ise bambaşka bir başkaldırıya sahne olmuştu.
200 metrede altın ve bronz madalya kazanan Amerikalı siyahî atletler ödül töreni sırasında cozlamışlardı. Amerikan milli marşı okunurken ülkelerindeki ırk ayrımcılığına dikkat çekmek ve protesto etmek için “eylem koymuşlardı.” Tommie Smith ve John Carlos’un siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde resimleri olimpiyatlara damgasını vurdu.
Fakat her şeyde olduğu gibi burada da görüntünün arkasındaki hikâye çok daha etkileyiciydi. Türkiye de gazeteci Aynur Çağlı’nın bu olayı irdeleyen yazısı ile refikimiz Obama Hüseyin’den önce ne bedeller ödendiğini spor kamuoyu öğrenmiş oldu.
Mexico City’de 200 m. finali sonuçlandığında Tommie Smith birinci, Avustralyalı Peter Norman ikinci ve diğer Amerikalı John Carlos üçüncü olmuştu.
Siyahî atletler ödül törenini beklerken Avusturyalı beyaz sporcuya ırk ayrımcılığına karşı bir eylem yapmayı planladıklarını açıkladılar ve destek olmasını istediler.
Peter Norman ırkçılığa karşıydı; tereddütsüz kabul etti. Üstelik eylemin nasıl yapılabileceğini de önerdi: Bir çift siyah deri eldivenin sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçirecek; yoksulluğu sembolize etmek için kürsüye çıplak ayakla çıkılacak; başlar önde ve sıkılı yumruklar havada olacaktı. Fotoğrafta önde görünen Peter Norman’ın göğsünde de “İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi” yazılı bir kokart yer alacaktı.
Amerikan milli marşı dinlenirken gerçekleştirilen eylem dünyayı sarstı.
Sporcular ezilenlerin kahramanları olarak gönüllerdeki köşelere yerleşirken egemenlerin gıcırdayan dişleri arasından çıkan emirlerle bedel ödetme mekanizması işlemeye başladı. Önce ve ivedilikle bu üç atletin spor yaşamlarına son verildi.
Beyaz atlet Peter Norman 200 m. Avusturya rekoru o ölene dek kırılamamış olmasına karşın Avusturya devleti Normanı affetmedi.
Tommie Smith başlarına gelenleri söyle anlatıyordu: “Peter, bir beyazdı. O günlerde siyahların haklarını savunma cesareti gösteren, onurlu ve belkemiği sahibi beyaz çok azdı. Peter, Avustralya'ya döndüğünde kimse yüzüne bakmadığı gibi, herkes tarafından yargılandı. Onun da atletizm kariyeri bitti, o da spor çevrelerinden dışlandı. Tehditler, işsizlik ve tecrit nedeniyle öyle sıkıntılı günler yaşadık ki, üçümüzün de ilk evliliği bu yüzden sona erdi.”
Bu üç sporcunun dostluğu yıllar boyunca sürdü. Birbirlerine sürekli destek oldular. İlişkilerini bir kardeşliğe dönüştürdüler.
O kardeşlerden beyaz olanı, Peter Norman 2006’da 64 yaşında yaşama veda ettiğinde de onu yalnız bırakmadılar. Dünyanın öbür ucundan tabutunu omuzlamaya koştular.38 yıl sonra Melbourne’da yapılan cenaze töreninde bu soylu sporcular yine bir arada idiler.
Cenaze törenini izleyen gazeteci Aynur Çağlı, Carlos ile Smith’in yanına gidip “ Siz Mexico City’de yumruklarınızı havaya kaldırdığınızda, biz Türkiye’deydik. Şeref kürsüsündeki fotoğrafınız o gün bize ve kuşağımıza çok şey öğretti” dediğinde John Carlos yüzünde içten ve gururlu bir gülümsemeyle eğilip, “Bizim de bütün amacımız buydu zaten” diyordu.
****
Dünya öyle kolay değişmiyor, değil mi?
İnsan olmak için bazen en hızlı olanlarımızın bedel ödemesi gerekiyor.
07.05.2009 BURSA MEYDAN GAZETESİ

masumiyet

SEYİRCİ MASUM MUDUR?

Artık internet klasiği haline gelen görüntüler yine de dehşet vericiydi.
Yaralı halde yakalanan yabani hayvanların köpeklere parçalatılması elbette vahşiliktir. Ama bunu organize eden ve zevkle izleyen insanların hali dehşet vericiydi.
İlk görüntüler de yaralı bir domuzun üzerine köpekler salınarak işkence ediliyordu. Diğerinde ise köylülerce yakalanan yaralı bir kurt köpeklere parçalatılıyordu. Ayağından bir ağaca bağlanan ve sopalarla dövülerek sersemletilen hayvan beş altı köpeğin saldırısına direnmeye çalışıyordu.
Bu görüntüler “uygarlık” simgesi sayılan cep telefonuyla kaydedilmişti. Ancak çekimleri yapan vatandaş arada bir zevkten titremesinden olsa gerek ki; görüntüler sallantılıydı. Eğitimsizlik tabi… Hâlbuki kamerasını şöyle seyircilerin yüzlerinde bir dolaştırabilseydi ortaya şahane bir anlam bütünlüğü çıka bilirdi.
Böylece zevk ve coşku içindeki insanların hiç de masum olmayan “öteki” yüzlerini daha iyi görebilirdik.
****
Peki, bu filmi izleyen bir seyirci olarak bizler neler düşündük?
O haliyle bile köpekleri yanına yaklaştırmayan kurdun ayakta kaldığı sürece bütün saldırıları savuşturmasına, direnme gücüne hayranlık duyduk.
Bir kurdun başka bir canlıya asla zevk için ya da işkence etmek amacıyla saldırmadığını; tek amacının karnını doyurmak, hayatta kalmak olduğunu hatırladık.
Kurttan devşirilerek insanlarla yaşamaya başlayan köpeklerin huylarının da “insanileşmeye” başladığını anladık.
Nihayetinde bu insanları gördükten sonra hayvanları “hayvan” diye aşağılamanın ne büyük yanılgı olduğunu fark ettik.
O seyirciler asla masum değildi.
****
İnsanlar bu güç ve hayatta kalma gösterilerine tarih boyunca ilgi duymuştur.
Roma İmparatorluğu dönemindeki stadyum gösterilerinde gladyatörler ölümüne dövüşürdü. Stadyumları hıncahınç dolduran seyirciler gladyatörlerin bu hayatta kalma mücadelelerine coşkun tezahüratlarla katılırdı.
Bir tür savaş sporcusu olan gladyatör rakibini yere serer ve öldürme emri için şeref tribününden “öldür” işaretini beklerdi. Bu sırada kalabalıklar kendinden geçer “öldür, öldür” diye bağırıp çağırırlardı. Ardından imparatorun parmağı aşağı doğru iniverirdi.
Masumiyet adına hiçbir şey yoktu, yani.
****
Çağımızda kanlı revanlı bu görüntülerin yerini spor almıştır. Özellikle de futbol taşıdığı motiflerle bu içgüdüleri en çok kışkırtanı olmuştur.
Kale avdır.
Rakip atılan gollerle üstünlük sağlanarak avlanır.
Futbol ava çıkarken, avlanmamak demektir.
Futbol sahadan galip ayrılmak, yani bir anlamda hayatta kalmak demektir.
Tüm bunları gerçekleştirmek için güç, taktik (tuzak) ve teknik beceriler sergilenir.
Seyirci bu “av”da taraftır.
Onun için de adı taraftar’dır. Sadece izlediği ama taraf tuttuğu bu mücadele sonunda tarafına düşeni payını ister. Kuşkusuz bu masum bir istek gibi görünmektedir.
Ama yani siz buna rağmen inanıyor musunuz hayatta gerçekten de seyirci masumiyeti diye bir şeyin olduğuna?
19.02.2009 BURSA MEYDAN GAZETESİ